AKIL ve KALB

‘Akıl/mantık/zihin’, eleştirmek/analiz-sentez yapmak, ayırmak ayrıştırmak,kümelemek gibi işlevleri yerine getirir.
‘Kalb /gönül’ ise ‘takdir etmek, onurlandırmak, her şeyi bir ve bütünlük içinde görmek, zevk etmekle’ ilgilenir. Akıl eleştirir, kalb takdir eder, onurlandırır.
Akıl böler, parçalar. Kalb, birleştirir, bütünleştirir.
Akıl dışa doğru bir ‘çaba/uğraş’ ister. Kalb ‘içten’ bir bekleyişe, bir sezişe, bir doğuşa durur.

Aklın işi suya yansıyan bir gölgeyi görmek, idrak etmek gibi iken, kalbin işi sudaki yansımayı zevk etmek gibidir.
Günümüz insanı ‘salt akıl insanı/rasyonel akıl insanı’ olduğu için bildiği en iyi şey ‘eleştirmek’, ‘bölmek’, ‘ayırmak’ oluyor.
Kalb merkezli kişiler ise, her şeyi takdir ediyor, beğeniyor, adeta kabulleniyor.

Akıl insanı takdirden yoksun, kalb insanı ‘an’lamaktan.
Tarlaları bir birinden ayıran sınıra ‘añ’ derler. ‘Ayıraç veya çit’ anlamındaki manaya kadar gidiyor etimolojik olarak ‘anlamak’. Bu yüzden aklın aktif hizmetkar olmadığı bir kalb, hakikati ‘añ’layıp ayırarak zevk edemiyor.
Takdir edip onurlandığı Bütünün ‘içeriğini, tafsilatını, parçalarını’ idrakten ve zevkten mahrum kalıyor.
Kalbi reddetmiş, ‘dünyasından’ kovmuş bir akıl ise, yaptığı en iyi şeyin (ayırma, parçalama, eleştiri) içinde darmadağın, paramparça oluyor.
Takdir, onurlandırmaktan mahrum.


Aydınlanmanın Rasyonel akla indirgenerek, ‘entelektüel’ zihinlerin hakim olduğu günümüz insanı olarak takdir etmiyoruz, edemiyoruz. İçimizde (aslında kafamızda) bir yargıçla dolaşıyoruz sadece. Her şeyi yargılayan, eleştiren, hiç bir şeyi ‘içtenlikle’ beğen(e)meyen bir kişi olarak.
En yakınlarımızı bile takdir edemiyoruz, beğenmiyoruz kolay kolay. Sürekli bir eleştiri! Çünkü eleştirel/analitik bır akla tâbiyiz artık.

Rasyonel aklımız her köşeye at koşturuyor adeta. Koşturuyor, koşturuyoruz; durup DİNLEnmeden, YAKINLAŞIP Bağ kuramadan.
Durmayınca da içine giremiyoruz kalbin. Aklın mahareti ayırmak, bölmek, kümelemek; kalbin mahareti birlemek (tevhid-vahdet-birlemek), bütünlemek.
Rasyonel Akla (egosal zihne) tabi yaşamanın neticesi takdir ile onurlandırılmış bir ömür yerine, rasyonel aklın ‘yalnızlığa-ayrılığa’ mahkum olarak yaşamak..
‘Akleden bir Kalb’i olmalı insanın.

Affetmek

İnsan psikolojisinde rahatsızlığa sebep olan durumlardan biri de, hiç şüphesiz kişiler arası ilişkilerdeki uyumsuzluklardır. İnsan ilişkilerinde ‘tutukluğa’ sebep olan bu uyumsuzluklar zamanla, kişinin iç dünyasında ciddi bunalımlarla sonuçlanabilmektedir.

Özellikle ikili ilişkilerde ortaya çıkan bu uyumsuzluklar, mahiyeti ne olursa olsun, iki taraf açısından da ciddi ‘psikolojik baskı’ oluşturmaktadır. Ortaya çıkan bu uyumsuzluklar ister haklı bir sebebe dayansın, ister yanlış anlamaya dayalı olsun, insanın karşısına, taşımaya mahkûm olduğu bir yük olarak çıkmaktadır.

Kişiler arası ilişkinin bozulması sonucunda, haliyle kişide ‘öfke’, ‘nefret’, ‘kin’ gibi düşmanlık kokan duygular gelişmektedir. Burada bir düşünme arası verelim: Bir insan olarak bizim ilişkilerimizin bozulduğu ve sonucunda ruhumuzda ‘ağırlık’ oluşturan duyguların biriktiği durumlar nelerdir? Buna cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Genellikle “karşımızdaki kişiyi suçladığımız” (haklı bir sebeple veya yanlış anlamayla), “onun bizi engellediğini hissettiğimiz”, “bizi aşağıladığını”, “küçük gördüğünü” düşündüğümüz zamanki durumlar…

Oysa sebebi ne olursa olsun önce bizi ‘yakmaktadır’ bu olumsuz duygular, bize zarar vermektedir. Psikolojik dünyamızda baskılara sebep olmakta ve öfke hissettiğimiz kişiden dolayı insanlar arası ilişkimizin samimiyet düzeyi düşmekte ve kimi zamanda ‘sosyal tutukluğa’ sebep olmaktadır.

Öfke, kin, nefret gibi sosyal ve psikolojik hayatımızı derinden etkileyen olumsuz duygulara karşı oluşturmamız gererken, en güzel strateji “affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!” İlahi hitabına kulak vermektir. Affı tutmak, affedici olmak, bağışlayabilmek… Kişinin muhatabını gerçekten affetmesi, önce kendi ruhunu özgür bırakması demek olduğunu hemen herkes tecrübeyle bilir sanırım.

‘Affetmemenin’ aslında muhataba hata yapma hakkı vermemek olduğu az çok bellidir. Çünkü öfke, kin, nefret duygularına sahip kişiler genellikle kendileriyle şu şekilde iç konuşmalar yapmaktadır: “Nasıl bana böyle davranabilir?”  “Böyle davranma hakkını kimden almış?” “Kendini beğenmiş! Burnu havada!…” “Beni nasıl aşağılayabilir!” “Beni hiç sevmiyor, beni dışlıyor.”  Benzer olumsuz düşünceler kişinin zihninden akar durur. Haliyle bu düşünceler, olumsuz duyguları oluşturacak, olumsuz duygular da o kişiye karşı olumsuz davranışların tetikleyicisi olacaktır. Kendine olumsuz (öfkeli, pasif-agresif/içten pazarlıklı, soğuk) şekilde davranıldığını gören muhatabımız bize karşı büyük ihtimalle, bizim duygu ve düşüncelerimizi pekiştirecek şekilde karşılık verecektir. Sonuç olarak da bir kısır döngüdür döner gider. İçimizde taşımaya kendimizi mahkûm ettiğimiz olumsuz duygularımız ve bunların bizim psikolojik dünyamıza yansıyan neticesi…  Oysa çoğu zaman zaten, ‘öfkemizi muhatabımıza yansıtmayıp içimizde barındırarak’ büyük bir fazilet örneği de(!) gösterdiğimizden muhatabımızın haberi bile olmaz. ‘Tavşan dağa kızmış dağın haberi bile olmamış.’

Böyle bir durumda işin bir de şu tarafı vardır ki; içimizde başka başka duygular, düşünceler geçerken, dışımızın bambaşka bir şekilde görülmesi… Yani içimizle dışımızın bir çizgi üstünde buluşturamamanın verdiği bilinç dışı çatışmaları yaşatırız kendimize.

Oysa en selametli yol olan “af” yolu bütün cazibesiyle önümüzdedir. Eğer bir an kabullenebilirsek, muhatabımızın da hata yapabilirliğini, bize bizim istediğimiz gibi davranmaya mecbur olmadığını ve yaptığı birçok şeyin kendisinin de farkında olmadığını, o zaman kendi ruhumuzu ve onun ruhunu özgür bırakmanın zevkini tatmış oluruz.

Öfke duyduğumuz kişilerin gözlerinin ta içine, gönülden bakmayı engelleyen duygular, muhatabımızı bağışladığımızda yok olup gitmektedir. İşte bu yüzdendir ki, kendi psikolojik dünyasını ve toplum hayatını korumayı düşünen kimsenin elindeki en parlak kılıç ‘af’tır. Yani muhatabını bağışlayabilmesi…

 

İnsan küçücük, dünyadan habersiz olarak biçare ve zavallı olarak doğar. Ama oysa bütün âlemi içine alabilecek ve yeryüzüne halife-tanık-şahit olabilme yeteneği ile donatılmış olarak yaratılmıştır. Dünyaya gözünü açmasından itibaren, daha farkına bile varmadığı, aklının göremediği ama istidat-kabiliyet gözünün çok iyi gördüğü kemaline, mükemmelliğine doğru ilerlemeye başlar. Hem de ne başlangıç… Her kemale karşı duyulan iştiyakın, arzunun insana layık olan haliyle beliren bir inkişaf, bir ilerleyiş belki bir yüceliş…

Fıtri süreç içinde o küçük çocuk büyümektedir ve büyürken insan olmanın gereklerini yerine getirmektedir; farkına varmasa bile. İnsan olmanın bir gereği gibi, önümüzde duran, “hata yapma hürriyetini” kullanır insan büyüdükçe. Oysa mükemmelliğe istidat gözünü dikmiş olan insan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı her ‘hata’da derin yaralar almaktadır. Zaman içinde, benliği kusursuzluk – kusur/hata ikilemi arasında kalakalır. Sonrası hepimizin yakından bildiği derin iç çekişmeler, bitmeyen iç çatışmalar, huzursuzluk, sıkıntı, helecan-kaygı ve karanlık, karamsar, ümitsiz bir ruh hali… İnsana Yaratıcısı, İmam-ı Gazali’ye göre, Rububiyet sıfatları da verdiği için, insan benliği gerçek mahiyetini unutup, Rab gibi, kendini kusursuz, hatasız, günahsız görmeye, hissetmeye başladığında, inkâr edemediği hataları belirir durur içinde. Çünkü “biz neyin fücur neyin takva olduğunu ilham ettik” buyurur Rab Teâlâ. Ama bir taraftan da insan inanılmaz bir gayretle inkâra çalışmakta, yok saymaktadır hatalarını. Bilinç düzeyinde, hayatı boyunca öğrendikleriyle doğru orantılı olarak kabullenmektedir kişi hatalarını ve tövbe etmektedir devamlı diliyle. Oysa bu kabulün sadece bilinç değil, bilinç dışı seviyesinde de, yani bütün benliği ve kalbiyle olması, bu dertten kurtarmaya hizmet edebilir kişiyi. Bitmeyen iç çatışmaların derdinden… Oysa “çekişmeyiniz…” diye emreder, Allah Teâlâ Kuran’da.

Oysa yapılacak şey, kendini var olan hatalarıyla birlikte kabullenmektir. Belki bir başka ifadeyle kendi kendini affedebilmektir. Affetmek… Yani, hata yapabilirliğini kabullenmek…  Hani kimi zaman derin bir öfke besleriz içimizde birine; güya bizi kızdırdı diye. Affetmeyiz onu, affedemeyiz. “Nasıl olurda böyle bir hata yapabilir?”  diye düşünürüz. Bu öfkenin ağırlığının sırtımıza, nasıl da ağır geldiğini bilmeyen yoktur sanırım. Ama muhatabımızı ‘gerçekten’ affettiğimizdeki ruh dinginliğini de biliriz elbette. Affın inanılmaz hafifliğini… Aslında affetmekle, hata yapabilirliğini kabul etmiş oluruz onun.

İşte aynen kişiler arasındaki bu hata-af yaklaşımı ve bu yaklaşımın faydası kişinin kendi içindeki dünyası için de söz konusudur. Derin veya yüzeysel ruhi bunalım yaşayan bir kişi kendini affedebilirse yani hata yapabilirliğini kabul ederse, yani eksik olduğunu ve kusursuz bir tanrı olmadığını kabullenirse, ruhunu ezen gerginlikten sükûnete geçişi yakalayabilir. Yani gerçekten istiğfar ederse, kemaline, mükemmelliğine doğru şevkli, istekli yolculuğuna devam edebilir. “Gerçek, gerçekten istiğfar” belki de kendini hatalarıyla kabullenebilmesidir kişinin… Pür kusur olduğunu itiraf ve kusursuzluğun bir İlahi Zata ait olduğunu idrak hali…  Bir başka ifadeyle kişinin kendini bağışlayabilmesi…  Ama yaptığı eylemin sorumluluğunu alarak, bunun mahcubiyeti içinde bunu yapabilmesi… Yani ‘suçluluk’ yerine ‘utanma/mahcubiyet’ duygularıyla yoluna devam ederek…

 

Şu dünya üstüne gelen insanın en büyük sorunu olan, ‘anlama ihtiyacı’ karşısında, hatta yanı başında başka bir sorunu barındırmaktadır: ‘Anlaşılma ihtiyacı.’

Evet bu iki mesele insanoğlunun, çözümlenmemesi halinde, derin yaralarını kanatan bir ihtiyaç olarak durmaktadır karşısında.

‘Anlama ihtiyacı veya anlam arayışı, başka bir yazının konusu. Bu yazının konusu ise insanın diğer ikinci büyük sorunu olan ‘anlaşılma ihtiyacı’ üzerine…

Her insanda kalbinden geçen duyguları ya da zihnindeki fikirleri bir başkasıyla paylaşma ihtiyacı vardır. Hatta insanı en ziyade tatmin eden şeylerden biri, kişinin kendi kalbinde ve zihninde var olan ince duygu ve düşünlerini, tam anlayışlı olabilecek, kendine mukabil bir kalp ile paylaşımda bulunmaktır.

Her insan anlaşılmak ister. Bu anlaşılma isteği, duygu, düşünce, Spritüel/manevi ve davranış boyutlarının üçünü de içine almaktadır. Peki insanın bu anlaşılma ihtiyacı her zaman karşılanabilmekte midir? Ya karşılanmazsa ne olur? İnsanoğlunun psikolojik sağlığıyla yakından ilgili olan kısım burasıdır. Çünki karşılanmamış her ihtiyaç ve istek gibi, bu istek ve ihtiyacın da karşılanamaması, kişiyi gerek bilinç düzeyinde ve gerekse bilinç dışı düzeyde strese sokacaktır. Bu stres düzeyi ise, kişinin varoluşuyla ilgili temel bir ihtiyacın giderilememesine bağlı olduğu için, elbette ki sokakta yürürken vitrinde gördüğü ve hoşuna giden her hangi bir nesneyi alamayan bir kişinin stres düzeyinden farklı olacaktır. Anlaşıl(a)mama durumu, kimi zaman yokluk gibi hissettiren, ‘yalnızlık’ durumunu sonuç vermektedir. Çünki kişi, ‘kabul edilme’ gibi bir diğer temel ihtiyacından mahrum kalmış, bir anlamda anlaşılmadığı için reddedilmiştir. Reddedilmişliğin acısını ise hemen hemen herkes bilir. Bu durumdaki bir kişi, bir taraftan acı çekmekte, bir taraftan da anlaşılmadığı için toplumdan dışlanmasına sebep olan duygu-düşüncelerini ya kontrol altına alıp bastırma ya da anlaşılabilecek seviyeye getirmenin mücadelesini vermektedir. Elbette ki her mücadele gibi bu mücadele de kişi üzerinde, gerilim, endişe ve korkulara yol açmaktadır. Dolayısıyla kişi bu gerilimi azaltmanın yollarını arayacak ve enerjisinin büyük bir kısmını bu gerilimin ‘sükunet’ düzeyine inmesi için harcayacaktır.

Bu enerji harcama biçimi ise kişinin mizacına göre, ya dışa yönelik, ya da içe yönelik olmaktadır. Yani kişi ya kendini bir türlü kabul ettirmenin yolunu arayacaktır. Kendini anlamayan kişilerle, onları kimi zaman anlamak istemeyen kişiler olarak değerlendirerek, mücadeleye girecektir. Aslında bu mücadele kişinin varoluşunu, varlığını kabul ettirmeye çalışmanın ta kendisidir. Çünki anlaşılmamış kişi, her hangi bir kalpte ve akılda aks-ı seda bulmamıştır. Hele bir de kişi, bu duygu ve düşüncelerini ifade edecek ortamı dahi bulamamışsa gerisini bir düşünün. Yani yok gibi bir şey…  çünki var olmanın belirtisidir, düşünce ve duygu, his, hal ve davranış. O duygu ve düşüncenin anlaşılması ise, varlığın kabulü bir manada. İşte varoluşuna bu denli bir tehdit algılayan kişi, o tehdidi oluşturanlara karşı farklı bir varoluş ispat yolunu seçmektedir. Genellikle bu mücadele içinde bulunduğu topluma (ya da karşısındaki kişiye) aykırı duygu, düşünce ve davranışlarda bulunmak şeklinde olmaktadır çoğu zaman . Yani saldırganlık… Elbette bilindiği gibi, saldırganlığın da dereceleri muhteliftir.

Mücadele şeklinin bir diğer çeşidi ise, içe yönelik mücadeledir. Kişinin, çok çeşitli sebeplerden dolayı, içinde yaşadığı topluma (ki bu düşünceleriyle ilgili olan bir kişi veya küçük bir grup da olabilir), doğrudan doğruya çatışmaya girmeme isteği sonucunda oluşur. Kişi varoluşunu kabul ettirebilmeye yönelik mücadelesini kendi duygularını ve düşüncelerini kabul edilebilir düzeye çekmeye çalışmakta harcar. Bu da sonuç olarak, içe dönük, girişken olmayan, bir varlık gösteremeyen bir kişilik ortaya çıkarmaktadır. Bu durumdaki bir kişi bir varlık gösteremez, çünki kendi varlığı ile ilgili sorunlar yaşamaktadır belli bir düzeyde dahi olsa.

Anlaşılmamanın doğurduğu bir sonuç olan kabul görmeme, varoluş açısından kendilerini güvensiz bir ortamda, kendilerine güven(e)meyen fertler ortaya çıkarmaktadır. Buradaki kendine güven, varlığını diğer insanların varlığı düzeyinde kabul edilebilir olarak görememeyi ifade etmektedir.

Anlaşılmamanın sonucu olarak, kendi varlığı ile ilgili olarak, gerçekçi bir kabul düzeyine ulaşamayan birey, anlama ihtiyacını da tam ve gerçekçi olarak tatmin edememektedir.

Tatmin edilmemiş, anlam ve anlaşılma-kabul görme ihtiyaçları ise sonuç olarak çeşitli ruhi problemleri doğurmaktadır.

Anlaşılmadığı yani kabul görmediği için psikolojik dünyasında birçok sorunlarla yüz yüze gelen kişilere yardımcı olmanın en kolay ve tek yolu, konuşmaktır oysa.

Evet, insanlar konuşa konuşa anlaşır demiş atalarımız. ‘Anlaşırlar’ yani birbirlerini karşılıklı anlarlar. İçinde sakladığı ve kimseyle paylaş(a)madığı düşüncelerini dinlemekle, kabul etmeseniz bile anlamakla, içi neşeyle dolan, ferahlayan, rahatlayan, sakinleşen kişileri görmüşüzdür. Hepimiz biliriz ki, bir kişiye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, onu yok saymaktır. Böyle olunca, bir kişiye yapılabilecek en büyük iyiliklerden birinin de onu var kabul etmek olduğu görünmektedir. Oysa cehennem bile yokluktan kurtuluş olduğu için bir çeşit rahmet olduğu söylenmektedir.

Bir başkasının bizi anlayıp kabul etmesi beklentisi içine girmenin insan psikolojisine yükleyeceği ağır yük apaçık ortadadır. Her kesin bizi kabul etmesini beklemenin, muhatabı kabul makamı bizim ise muhtaç makamında görmek olduğu için, kalbe vereceği dilencilik halinin ağırlığı altında ezilmemenin tek yolu, kabul makamı olarak tek makam ve merciyi seçmekte yatmaktadır. Kişinin kendini kabul edebilmeyi öğrenmesi, onayı kendinden alabilmesi gerekmektedir.  Kendi kalbindeki ‘güçten’ güç alabilmeli, kendi özünü referans alabilmelidir. Kendi değerler sistemiyle tutarlı şekilde yaşaması gerekmektedir.

“Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur. O yiğit atını kaybolmuş sanır. At ise onu yel gibi koşturmuştur. O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar sorar: ‘Atımı çalan nerede, kimdir?’ ‘Efendi, şu uyluğunun altındaki mahluk ne?’ ‘Evet bu attır; fakat bu at nerede?’ Ey at arayan yiğit binici, kendine gel! Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir.” (Hz. Mevlana, Mesnevi, cilt I, s. 90)

Hayat denilen bu yolculukta, bir kayıp, bir eksiklik duygusuyla bir arayış içindeyizdir çoğu zaman. İlginçtir ki, her buldum dediğimizde büyüsü kayboluveren buluşlar yaşarız genellikle. Buldum, diyerekten sarıldığımız şeylerin doyum vermediğini görürüz üzülerek. Hatta gün gelir, “her şey tamam, ama bir şey eksik! Ama ne?” der ve şaşakalırız. Bilinçli olarak, yalnız belirtilerini, yansımalarını fark ettiğimiz eksiklik duygumuzu gidermek için yeni bir arayış içine gireriz yeniden.

Halbuki atını kaybolmuş sanıp da atını koşturarak yine atını arayan biçarenin durumundan pek de farklı değildir halimiz. Kendimizi arar dururuz aslında durmadan. Çünkü Yunus’un ifadesiyle “Beni benden demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içeri” olan bir ben vardır bizde ve onu bildikçe, tanıdıkça anlamını bulacaktır fiillerimiz. Yine Yunus Emre bu gerçeğe “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır” diye işaret eder. Eğer kişinin eylemleri kendi içindeki ‘ben’i bulmaya yönelik değilse bu tamamlayıcı, doyurucu olmayacaktır. Oysa varlığımızın o en güzide yönü keşfedilmeyi ve geliştirilmeyi bekler. Özümüzden uzaklaştıkça doyumsuzluğumuz da artar.

Günlük hayatın koşuşturmacası insanı özünden ayrı düşürmektedir. Can kişiye çok yakın iken, içindeyken, gömülür kalır hayallerin, hayal kırıklıklarının, pişmanlıkların, tereddütlerin altına. Ardından onu kaybetmişlik duygusu belirir içte. Sonra da o bütünlük, birlik duygusunu bulmak için dışarılarda ararız onu. “Atımı çalan nerede, kimdir?’ diye sorar dururuz. ‘Efendi, şu uyluğunun altındaki mahluk ne?’ derler bize ama biz, ‘Evet bu attır; fakat bu at nerede?” diyen yiğit gibi canı ararız, özümüzü bulmaya çalışırız. Ama insan olarak neyi aradığını bile unutuveririz çoğu zaman. Ne aradığımızı bilmeyince de neyi bulmuş olduğumuzun bile farkında olmayız. Arar dururuz.

Oysa arayış yolculuğunun yönü, kendine/kendi benliğine doğru olduğunda tatmin oluşturuyor arayış. Kendi özünden uzaklaşma sonucunda ise depresyon, kaygı, endişe, kargaşa, doyumsuzluk sarmakta dört bir yanımız. Oysa tek yol, yegane yolculuk kalbe giden yol/culuk.

‘Evliliğin kitabı olmaz!’ dedi, Anadolu irfanı içinde yoğrulduğu belli adam. ‘Bilgelik/irfan’ ırmağının suyundan içtiği gün gibi ortadaydı. ‘Evliliğin kitabı olmaz; Çünkü …’

Aslında bir ayrılık hikayesidir bizimkisi. Bizimkisi; yani biz fanilerinki. Bir geride bırakış ve geride kalana kavuşma çabasının anlatıldığı/yaşandığı bir hikaye.

Cennetten dünyaya düşüşün öyküsüdür bu ve ruhlar aleminden ana rahmine düşüşle başlar. Vakti saati geldiğinde ise, ana rahminin güvenli sığınağını geride bırakırız. Ana kucağının, baba ocağının her isteğimize duyarlı olunan o efsunlu vakti gelir çatar. Ağladığımızda gelen, güldüğümüzde bakan, yüzünü yüzümüzden alamayanlarla etrafımızın çevrildiği bir çağın meyvesiyizdir artık. Mutsuz isek, mutlu olmamız başkasının sorumluğunda, hasta isek yükü, bizden çok başkasında… Yürüyeceksek elimizden tutacaklar, konuşacaksak dinleyip yüzümüze bakacak biri var.

Ve bütün bu bakışlar, öpüşler, kucakta sıcacık sarıp sarmalamalar, bizi hep o ‘rahim’e götürür, onu hatırlatır; ana rahmine ve Rahim olan Yaratıcının merhametine yani. Ne var ki, bir ayrılık hikayesidir bu ve ‘ayrılmaya’ devam ederiz. Her ayrılış, ‘kavuşmaya’ dair özlemimizi büyütür sadece. Ayrılış şarttır zira; Hz Mevlana’nın dediği gibi, ‘sütten ayrılmadan çocuk, kebabın tadını nerden bilecek!’
Güvenli limandan ayrılarak, birçok yeni sahille tanışırız. Yeni kişiler tanırız, yeni şeyler görürüz ve her yenilikle biz yenileniriz. Öğrendiğimiz her şey hayata dair, bizi biraz daha büyümüş kılar. Her büyüyüşte biraz daha ‘fert/kişi’ oluruz. Öğrendiğimiz, tattığımız, zevkine vardığımız her yeni şey bizi biraz daha ‘farklı’ kılar diğer ‘kişiler’den. Her farklılık oysa biraz daha ayrılık demek, her ayrılık ise, biraz daha ‘yalnızlık’.

Bu hikaye, ‘birlik/bütünlük’ halini geride bırakışın da öyküsü ayrıca. Her şeyin ‘bir/bütün olup bizim de o bütüne dahil olduğumuz, onun içinde olduğumuz, doğduğumuz, belirdiğimiz, zuhur ettiğimiz’ halin yerine gelen, ‘dağılıp bölünüp parçalanıp kayboluyormuşuz gibi olduğumuz bir ‘acıtıcı’ halin öyküsü.
Hasılı ayrılırız, ayrışırız, başkalaşırız, acırız ve illa hep ‘birlik’ ararız. Bir birlik sevdası, birliktelik arayışı, yazarın dediği gibi adeta ‘kuş olur her daim öter yüreğimizde’. Çocukluk oyunlarımızı süsler ‘evcilik’ olur bu arayış. Gün döner, büyür ve ‘evlilik’ olur bu sevdanın durağı.
İşte! Evlilik, kopup geldiğimiz diyarın kokusunu barındıran, ayrılığın acısını bir lahza olsun dindirme ümidini göğsünde taşıyan, bize ‘birliği’, ‘bütünlüğü’ vadeden cennetimiz olarak gülümser yüzümüze.
Ne var ki, cennetimiz olma vaadindeki evliliğimizi, ‘cehennem’e çevirmek hiç de zor olmaz biz fanilere. Her fert kendi kitabıyla gelir ‘ev’e, kendi hikayesiyle. Herkesin kendi ‘ev’i vardır, öbürüne ısrar ettiği. Kocanın kitabında ayrıdır evlilik, kadının kitabında apayrı. ‘Kadın, şöyle olur, bunu yapar, şunu yapmaz’, ‘Erkek şuna karışmaz, bunları yapar’ vs’nin olduğu kimi zaman kendi ana-babamızdan miras aldığımız, kimi zaman da etraftan devşirdiğimiz bir kitaptır bu. Geleceğe dair, geleneğe dair, nesle, nefse dair umutlarımızı, niyetlerimizi, hayallerimizi barındıran şeyler yazılıdır bu kitapta. Öte yandan bir de, kitabı-kuralı olmayanlar vardır. Sözüm ona, ‘özgür, romantik/dizi(tik)’ hülyalarla bezenmiş kendi bencil isteklerini evliliğin kuralı sayan kitaplar…

‘Birlik/bütünlük’ arayışımızın bir timsali, sembolü, somutlaşmış hali olan evliliği, cehennem vadisine çevirmenin pek çok yolu vardır. Hatta evli fertler sayısınca yolu olduğu söylenir. Bu vadide ‘birleşmek’ şöyle dursun, var olan bütünlüğümüz de parçalanıverir. Kalpler ayrı düşer, bedenler ayrı düşer, mekanlar ayrı düşer. Yapılan araştırmalar, boşanan çiftlerin ayrılma kararı almadan önce en az 6 aylarını, ayrı mekanda geçirdiklerini söylemektedir. Yani fiziki olarak ayrı yerlerde olmak ‘ayrılmamıza’ güçlü bir sebep olabilmektedir. Ya da ayrıldıkça, mekanlarımız da ayrışıyor. Bu kadar ayrılık varken, çocukların terbiyesi, eğitimi gibi ümmet-i Muhammed’i alakadar eden hususlar unutulup gitmekte, çocuğun en birinci okulu olan ‘yuva’sı, dağılmakta, çocuklarımız dağılmaktadır. Araştırmalar, ‘Bağımlılık’ tehdidine karşı çocukları koruyan en etkin aşının, ‘güçlü ailevî ilişkiler’ olduğunu söylemektedir. Araştırma sonucunu tersten okuduğumuzda ise, yavrularımızı yuvalarından dağıtan, uyuşturucu, teknoloji bağımlılığına ittiren en önemli şeyin, mekanların, kalplerin ayrıldığı, muhabbetsiz aile ortamları olduğudur.

Cennetimizi cehenneme çevirmede etkili diğer bir yol ise; ‘Acaba bu adam/kadın benim ideal eşim mi? Doğru kişi mi? Ruh ikizim bu mu?’ diye düşünedurmaktır. Bu düşünceler evliliğin muhabbet bağını yiyip bitiren küf gibidir. Evlilikte, bizi bekleyen ‘doğru kişi, ideal adam/kadın, ruh ikizi’ yoktur oysa. Sadece ‘doğru kişi olmaya çalışabiliriz’. Kainatın içinde bizi bekleyen bir ruh ikizimiz yoktur da, biz evlilik boyunca, tabiri caizse, ‘iki bedende bir ruh’ mesabesine ulaşmaya çalışabiliriz sadece. Ruh ikizimiz bizi beklemez, biz birlikte ruhumuzu birleştirebiliriz ancak.
Evliliği kemiren bir diğer düşünce ise, ‘Sen bana/bu evliliğe ne verdin/veriyorsun?’ diye düşünmektir. Çünki bu düşünce bizi, bir ilişkiyi patlatan dört dinamite ulaştırmaktadır. Bunlar; Suçlama, Savunma, Eleştirme ve duvar örmedir. Bunun yerine, ‘ben bu evliliğe ne kattım/katıyorum?’ diye düşünmek evlilik bağını güçlendiren bir efsuna dönebilmektedir.

Bir konuşmada bu ‘dörtlünün’ ne kadar kullanıldığı çiftin, ayrılık süresini tahmin etmeyi bile mümkün kılmaktadır. Yani karı-kocamızla muhabbet ederken, ne kadar çok suçluyoruz, ne kadar savunmacı oluyoruz, ne kadar eleştirel/kritik edici (laf sokucu) konuşuyoruz ve muhatabımızla aramıza ne kadar duvar örüyor, adeta duvar gibi oluyorsak cennetimiz cehennem olmuştur bile.
Ayrılığa düşe düşe geldik buralara; doğrudur! Biliriz ki her ayrılış bir yaradır ve şairin dediği gibi, ‘kemik gibi, ne yöne dönsek batar.’ Bunca ayrılık ve yalnızlık içinde, ne çok ihtiyacımız vardır karşılanmayan. Çocukluğumuz, gençliğimiz aslında karşılanmamış isteklerin, arzuların hikayesidir bir parça da. Bu sebepledir ki, ‘karı-koca kavgalarımız çoğu zaman, çocukluk ağlamalarımızın yetişkinliğe yansımasıdır’. Bu sebeple biraz da çocuklaşırız evlilikte. Karı/kocamızdan, tıpkı çocukluğumuzda yapıldığı gibi her isteğimize duyarlı, her ‘ağlamamıza’ tesellikâr, bizi dünyanın merkezinde hissettirecek biri olmasını bekleriz. Yalnızlık ve ayrılık ızdırabımızı dindirecek kişi olsun diye bekleriz. Ama o da bir fanidir oysa. O da ayrılıklarla sarılıp sarmalanmıştır. Bu gerçeği unutuveririz. Bize sanki hakkımız olan bir şeyi elimizden alıyormuş gibi gelir. İşte o zaman ‘bana ne veriyor ki!’ diyerek suçlamalara, eleştirilere başlarız. Muhatabımız da bunları savunmayla, duvar gibi olarak cevaplamaktadır.

Mutsuz bir evliliğin, evlilikler sayısınca özelliği vardır. Herkesin kendine göre bir mutsuzluk şekli vardır. Oysa araştırmalar ‘mutlu evliliklerin belirli sayıda ortak özellikleri’ bulunduğunu söylemektedir:
Cennetten bir rayiha taşıyan evliliklerde karı-kocalar, kendi anne-baba ve kardeşleriyle bağlarını koparmadan, onlardan ayrılmayı sağlayabilmişlerdir. ‘Yeni bir aile’ olduklarını bilmektir bu. ‘Bize kimse karışamaz!’ meydan okumasına kapılmadan, ‘Biz her şeyi kendimiz yaparız’ hoyratlığına düşmeden, onları incitmeden usulce, ‘Yeni Aile’yi belirginleştirmektir bu.

Cennete dönüş yolcuları, tıpkı diğer ailelerin arasında yeni aileyi korumaları gibi, birlik/bütünlük yolunda ‘biz’ olmayı öğrenirken, ‘ben’i de korumayı sağlamışlardır. Yani, birlikte oluyoruz diye ferdiyetten yoksunluk göstermemektir. Karı-koca birçok konuda birlikte davransalar da gerekli gördükleri yerlerde farklı düşünebilmekte, ayrı karar verebilmekte ve çok farklı çevreye sahip olabilmektedir. ‘Biz’ olurken ‘ben’i koruyabilmek ve ‘Ben’ ile ‘biz’ olabilmek ne de büyük bir ihtiyacımızdır.

Cennetin numunesi olan mutlu bir evlilikte, evliliğin en temel gerekçesi olan cinsellik konusunda, iki tarafta mutluluk yaşayabilmekte, beklentilerini karşılayabilmektedir. Ayrıca eşler birbirlerinin beklentilerini karşılamakta da isteklidirler. Cinselliğin ihmal edildiği bir evlilik, ayrı düştüğümüz ‘bütünle’ birleşme arzumuzu da engellemektedir. Hayvanlar ‘çiftleşir’ ama değil mi ki insanlar ‘birleşir’.

Bir evliliğin mutluluğuna mutluluk katan, göz aydınlığı evlatlarımız konusunda da, ebeveynler arasında fikir birliği vardır. Onlar için ortak hayallere sahip, onları büyütürken ortak kurallara tabidirler. Yoksa çocuklarımızın geleceğinin (ta cennete kadar) hesap edilmediği, göz ardı edildiği bir evlilik mutluluk sağlamaz. Mutluluk tek başına gelmez zira.
Hayat yolculuğunda ‘refik/a-arkadaş’ saydığımız eşimize, zorluklarda destek sunmayı başarabilmek mutlu bir evlilikteki diğer özelliktir.

Tartışmalar! Her evlilikte tartışma olur. Çocukluk ağlamasının bir yansıması gelir bulur bizi bir tartışmada. Bu sebeple çocukken ‘ağlamamak’ ne kadar mümkün ise, evlilikte de ‘tartışmamak’ o derece mümkündür. Ancak mutlu evlilik yaşayan fertler, tartışmalarında öfke patlamasına izin vermezler. Tartışmalarını hayırla neticelendirme gayreti içinde olurlar. Tartışmalar garez duyguları içinde yıkıcı değil de, tam tersine yapıcı olmaktadır. Bu ailelerde yapılan tartışmalar hakkında mutlaka bir sonuca ulaşılır ve konu ortada bırakılmaz.

Mutlu evlilik yaşayan çiftlerde görülen ehemmiyetli bir husus ise, birlikte ‘gülebilmeleridir’. Eğer birlikte gülmeyi sağlayabiliyor, bunu başarabiliyor isek bu ilişkiyi başka bir ufka taşıma özelliği sunar bizlere.

Hayat yükü ağır gelebilir veya muhatabımıza kızabilir ve bu yüzden bunalabiliriz. Mutlu çiftler, eşlerini nasıl rahatlatabileceğini bilirler. Eşinin ihtiyacına duyarsız, bigane kalmayıp onu rahatlatmayı başarabilmektedir.

Evliliklerinde mutlu olan kişilerin ortak diğer özellikleri, birbirine dair evliliğin başında var olan olumlu hayalleri canlı tutmaya özen göstermektir. İlk günlerde hayat arkadaşıyla ilgili kalbinde ve aklında var olan olumlu şeyleri bir yerlerde yaşatmaya devam etme çabasıdır bu. Ne zaman ki, ‘çantada keklik’ olarak bakmaya başladık; ‘Geçmiş olsun!’ demektir bu. Gözümüzdeki cennet hurisi, o latif prenses, sultan, ‘evin pasaklı karısı, burnu büyük, kendini beğenmiş’ olmaya başladığında, ya da o dağ gibi adam, karizmatik, yakışıklı delikanlı gidip onun yerine ‘sümsük, bir işe yaramaz adamın biri, buz dolabı gibi, duvar gibi’ geldiğinde cennetimizden hızla uzaklaşıyoruz demektir.

Cennete geri dönme yolculuğumuzun en latif destekçisi olabilme umudunu göğsünde taşıyan evliliklerimiz umut ister, emek ister büyümek için. Bir kitabı yoktur bunun. Değil mi ki, başkasından öğrenilemez, başkasına öğretilemez de bir şeydir ayrıca.

‘Evliliğin kitabı olmaz! Çünkü evliliğin kitabı birlikte yazılır ve hiçbir kitap aynı olmaz!’