DEVERÂN

“Uzanır semaya doğru bir el, eller.
Dua aynı; ‘Bizi senle, seni bizde göster’.
Görmek, görünmek değilse maksut eğer,
Eğrisi de doğrusu da odundan öteye gitmez imiş…

Baktım, gördüm, bildim deme!
Demekten öte bir perde yok aleme,
Maksûd hep O sanırsın kendine de
Gördüğün, bildiğin, maksûdun bir perde imiş.

Perdeler içre kal bir koza gibi,
Vaktin bekleyen bir kelebek gibi,
Gez, dolaş, gör asumanı yeri, dibi,
Bundan öte bir yol yok imiş.

Gün olur çıkarsın düze,
Sanmayasın bu hep böyle,
İşte şu gelen yeni bir perde,
Aleme cân olan bir deveran imiş.”

 

KAYBOLMUŞUZ

”Kaybolmuş ruhlarız.. Düşmüş değiliz sadece cennetten,
Düşerken belki de henüz, kaybolmuşuz,
Su olmuş, et olmuş, kemik olmuşuz
Ve kaybolmuşuz.

‘Bulduk, işte şimdi olduk’ diyende
Kaybolmuşuz.

Kayboluşun öyküsünü söylemiş diller,
Kayboluşun ninnisiyle büyümüş bebekler,
Bir kayıp şarkısı her dem mevsimler,
Kuşlar, çiçekler, böcekler
Bir kayıp ilanındadır saatler, tik-taklar..
Kaybolmuş ruhlarız

Ve kaybolmuşluğumuz da kayboldu..
Ezel ve ebed arası kadar kaybolduk
Kaybolduk ki yok mu bir ‘hatırlayan’?”

 

2017 VARLIK GEMİSİ
(Yahya Kemal’e nazire)

Artık demir atmak vakti gelmişse zamana,
Vücuda çıkan bir gemi gelir şimdi bu âna.

Hiç yükü yokmuş gibi sessizce olur var,
Bulunmaz o varlıkta ne fırtına ne bir rüzgar.

Rıhtımdan bakanlar bu gelişten huzurlu,
Günlerce parlak gemiye bakar kalpleri sükunlu.

Biçare gönüller! Ne gelen ilk gemidir bu!
Heyecanlı hayatın ne de son soluğu!

Dünyada aşka sevgiye bakan nafile bekler;
Bilmez ki, şimdi olmayan, sonra gelmeyecekler.

2017 Antalya

 

LÜTUF KIL

Yangın yeridir, sensiz geçen zaman.
Yıkılsın duvarlar, yırtılsın perde-i hicran!
Lütuf kıl ve cemalini göster bir an,
Göster ve bitsin yangın, dinsin bu mevc-i umman!

2005 İstanbul

 

DÜĞÜN

(Seyfullah Sakın’ın kız kardeşinin düğünü hatırasına…)
Düşen yapraktır, gelen hazan,
Bir kız çocuğu gülerek koşar,
Rüzgar yaprakları savurmakta,
Bisiklet sevdasında Bir erkek çocuğu,
Bir yaprakta savrulma coşkusu…

Rızkı peşinde koşar bir karınca,
Dostluk sevdasında bir sinek uçar,
Çocukluk coşkusunda üç beş çocuk var,
İlk çocukluk telaşı, ilk çocukluk neşesi…

Bir annede düğün telaşesi;
Çocuk sesi kadar içten, samimi…
Bir babada düğün heyecanı;
Göz ağrısı kadar acı…

Çocuklarda çocukluk coşkusu var,
Gençlerde gençlik telaşı, bir o kadar;
Gençlik telaşı, gençlik anlayışı…

Kuşlar kadar özgür ve istekli, bir yuvaya,
Hürriyet kuşlar kadar, tedirginlik bir o kadar,
Yapraklarda hüzün var, çocuklarda sevinç,
Goncalar kokuludur, coşkuludur rüzgar…

2005 İstanbul

 

GENÇLİK ÇAĞI

Işıl ışıl gözlerde parlayan ümit,
Işıldayan gözlerin derinindeki aciz yiğit,
Acze bir de fakr karıştığı vakit,
Gözlerin derinine, en derinine git.

Hayat coşkusuyla yorulmaz çocuk,
Serde var; sevgi, saygı, hak, hukuk…
Bilinmezlik rüzgarıyla yürüyünce, tak tuk,
Gözlerin derinine, en derinine bak…

Gözlerde ruhtan nağmeler terennümde,
Aşk bahçesi, dilde eşsiz bir görünümde,
Aşkta yanıp acz ile sönmenin dönümünde,
Gözlerin derinine, en derinine bak git de.

2005 İstanbul

 

SEN

Dalında ne bir gül kaldı,
Kalan ne de taze bir bahar.
Ruhta kalan alevli bir ahtı,
Her şey sen gittiğin kadar…

Açıver o mücella çehreni,
Göğü ve gönlü aydınlatsın!
Ruhumla duyduğum sevinci,
Ellerimle, gözlerim anlatsın!

Yolların ortasında duran sensin!
Belki, sen ruhları saran ahenkli sessin!
Belli ki; âleme rengini veren renk senin
Belirsin sesin ve kalbim renginle bezensin!

Sen, ilmik ilmik içimde düğümlenen bir ahsın.
Sen, ezelden ta ebede verilen bir ahtsın.
Sen, gönül sarayıma kurulu tahtsın.
Sen, ruhlara aydınlık veren bahtsın.

2005 İstanbul

 

YEDİKULE’DE ESARET

Bendedir kızıllığı, batan güneşin
Esrarımın kız kulesine yeller vurur.
Omuzlarım Konstantin’in sırlarını taşır,
Sır olur, sırra erer varım yoğum her şeyim.
Yedikule’yi yüreğim içinde taşır.
Yedikule! Ben sendeyim, sen bende,
Ben, Yedikuleli şehre sultanım.
Yedikule’de bir bende.
Duvarlarındaki akrepler, çıyanlar şimdi bedende,
Usul usul, içten içe başı yere değen bir işkence.

2004 İstanbul

 

ISTIRAP

I
Istırabın pişirdiği bir aş mıyım?
Aş niyetine kaynayan bir taş mıyım?
Tamirine göz çıkarılan bir kaş mıyım?
Yürek serinletesi bir damla yaş mıyım?
Yaş damlayası göz taşıyan bir baş mıyım?
Başa âmâde bir ayak mı, ayağa kıble bir baş mıyım?

II

Ah! ki, nutkum tutulur, sana nazar edince.
Ah! Nutkum tutulur, sızı büyür, ince ince.
Sinem buram buram sızı kokar, derinden derine.
Yüreğimi od eyler, ıstırap, ıstırap; ah işkence.!
Istırap; bin bir bilinmezli bir bilmece,
Istırap, bin bir kelimeli bir hece,
Istırap, bazen inci gibi yüreğimde taşıdığım bir ateş,
Ayna gibi ıstırap bazen, sevdamı paylaştığım bir kardeş,
Bazen ıstırap, hançeri sırtımda bir kalleş,
Ruhu yeşerten ıstırap bazen, baharın yağmuruna eş,

Istırap ıstırap, peşine düştüğüm sensin!
Istırap, ıstırap yüreğimde taşıdığım sensin!
Kırılsın kırılsın aynalar ve yüreğimdeki yerin belirsin!

    III

Rüyalarda bir haller vardı bu gün,
Rüzgarlarda sallanan dallar vardı bu gün,
Derinden gelir, ahlar vardı bu gün,
Derinden derinden gelen ahlar…

Yetiş Ey Hızır! (as) Alem dardaydı,
Rüzgar sükunet ister, yetiş Ey Hızır! (as)
Rüzgar acı ve sert, denizde bir o kadar sükunet…
Yelkenliler yola çıkmaz, kayıp şehir hala kayıp,
Yetiş Ey Hızır! (as) Kayıp şehir hala kayıp.

Konstantin, Ey Fatih! fetih bekler.
İrem bağında yağmadadır askerler…
Askerler inim inim inlemede,
Nemrutlar iniltileri, Babil kulesinden dinlemede.
Askerler, askerler irem bağında Ey Fatih!
Konstantin hala fetih beklemede…

Karınca su taşımada İbrahim’e (as)

Yetiş Ey Cebrail (as), İbrahim (as) hâra düşmede,
Yetiş Ey Cebrail (as) yetiş ve gülistana dönsün ateş…
Açıl Kızıldeniz, Musa (as) var kıyında.
Ey Musa (as), Vur âsânı denize, hadi vur da yol bulunsun!
At âsânı ve ejderhaları yutsun!

Kuşat Ey Rahmet! kuşat evreni,
Kuşat da Eyyüb’ün (as) yarası kurusun!
Kuşat ve Yunus (as) balıktan kurtulsun!
Kurtulsun Yunus (as) denizden ve geceden…
Kuşat EY Rahmet! Yakub’un (as) gözü yaşlı,
Kuşat Ey Rahmet! Yusuf (as) Mısır’dadır.

2004 İstanbul

 

GEL

Ya gel baharım ol, içimde güller açsın!
Ya gel baharımda gül ol açıver ansızın!

Ya gel beni iklimine al, bitsin bu hazan!
Ya gel hazan eyle ve bitsin sensiz her an!

Ya gel şeb-i yelda ol, sürsün leyl-i tarabım
Ya gel gönle tarab ol ve gülsün kalb-i bitabım.

Ya gel bâd-ı saba ol, sadra inşirah saç!
Ya gel sadra inşirah ol ve kevn-ü âlemi aç.

Ya gel rahmet ol, yıkansın bahr-i hüzün
Ya gel deniz ol ve …………………………

2004 İstanbul

 

SES

Duvarlarda çekiç sesi verir, gizli her nazar
Yansıyan her seste varlık duvarı kırılır azar azar,
Umut rüzgarı eser, çekiç sesinden ne çıkar?!
Bitmez varlık, madem ki en Mahir bir Var var.

2004 İstanbul

 

HARB

Bir harb-i şedidin içinde bulduk kendimizi,
Ne çare ki, asker bî tâb, kumandan bî tâb.

Öyle bir vakt-i hazanı ki, bu cihâdın
Silah harab, siper harab ve sulh harab.

Varsa şayet cihanda bir hisse-i tesellimiz,
Ruha ızdırab, gönle ızdırab, kalbe ızdırab.

2004 İstanbul

 

NE GÜZEL

Ne güzel, ay’ı haleli görmek,
Ne güzel, hafif bir esintiyle üşümek…

Ne güzel bindiğin gemiden düşmek,
Yapayalnız kalmak okyanuslarda.
Ne güzel dalgalarda kendinden geçmek,
İplerin, derinliklerde birer birer kayması elinden.
Sonra derinliklerde sessizliği dinlemek…
Ne güzel kimsesizlikte bir yâr beklemek.
Sonra yâr’in, ümit ümit yeşermesi benliğinde,
Sonra “ben”i kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bütün varlığınla Var’da silinmek.

Sonra birden bire gökte hâleli ay’ı görmek,
Hafif bir esintiyle sahilde üşümek…

2003 İstanbul

 

DERMAN

Bir lafızdım ben, mana arar oldum.
Bir dem düşer, bir dem koşar oldum.
Okyanuslar içer, bir damlada kanar oldum.
Hayattan geçtim, ben bana bâr oldum.
Derman aradım kendime, hepten zâr oldum.
Katre suda kendim gördüm, ben kendimden kaçar oldum,
Çöllere düştüm, Mecnun gibi yâr arar oldum.
Med-cezirler durdu ben yâr ile berkarar oldum.
Ben yoktum, Ol Var ile var oldum.

2002 İstanbul

 

ŞEHADET

(26 Ekim 2002 Moskova Çeçen şehadeti hatırasına)

Kudsiler kervanında kaçıncı elli kim bilir ?
Dönülmez verilen sözden; Allâh bir !
Din uğruna, vatan uğruna candan geçilir.
Merhaba Ey şehâdet, merhaba !

Buram buram şehadet kokar sema,
Onlar verdikleri söz ile çıktılar yola,
Moskova’dan yolculuk var mâveraya
Merhaba Ey şehadet, merhaba!

Kudsiler kervanında daha kimler var ?!
Bitmez bu kervan, yolcular yola çıkar.
Selam olsun size! selam yolcular !
Merhaba Ey şühedâ, merhaba !

 

İNSAN

Uzaklar yakınlaşır, günler ân olur;
Sular karışır, bulanır kan olur;
Karanlık delinir, parlayan tan olur.
Ân olur, kan olur, tan olur, ayân olur.

Viraneler sefile mâmur hân olur;
Mekân karışır, dağlar meydan olur;
Suda kendini görür, seyran olur.
Hân olur, meydan olur, seyrân olur, hayrân olur.

Perdeler kalkar, kâinat üryan olur;
Mûsikî-i semâvide okunan Kur’an olur;
Sesler kesilir, her ses îmân olur;
Üryân olur, Kur’an olur, îmân olur, insan olur.

Yürür kervan, gün olur, harman olur;
Gün gelir İsmâil(as) gibi kurban olur;
Cândan geçer, cân içre cânân olur;
Harman olur, kurban olur, cânân olur, sultân olur.

2002 İstanbul

 

SENSİZLİK

Firakınla sanki seneler geçmiş, gelmez misin?!
Bir Gül ki Sen, gülsün asuman, gülsün ruy-i zemin.
Vuslatınla hasta gönlüme bir gül vermez misin?!
Firakınla sanki seneler geçmiş gelmez misin?!

2001 İstanbul

 

KULLUK

Yoklukta Varlığa isyan olduğu zeman,
Mahv içinde tevbe etmeli, istiğfar ile heman.

Yoklukla Varlığı bilmeli, O’na olmalı vasıl,
Kul huzuru bulmalı, haddini bilmeli vel-hâsıl.

2001 İstanbul

 

GECE YAĞMURU

Bir güneş batar, ufuklarım kararır,
Gece çöker, vefakâr güvercinler konmaz olur
su boyu servilerime…
Gece karanlık, seni kaplar, beni kaplar,
Yıldızlar ulaşılmaya uzaklarda kayar
Bir rüzgâr eser yapraklar dökülür,
Yapraklar dökülür ben üşürüm.
Bir bulut kaplar geceyi
Ulaşılmayan yıldızları örter,
Sağanak sağanak nur yağar maveradan gönüllere,
Tan düşer kararan ufuklara
Umutlar filizlenir su boylarında.

Rüzgar essin ne çıkar ?!
En sağlam kuleler bizim.
Yıldızlara ulaşılmasın ne çıkar ?!
En parlak güneşler bizim.
Gece çöksün, yapraklar dökülsün ne çıkar ?!
Solmayan yapraklar yeşerir, batmayan güneşlerle, bitmeyen günlerde,
Nurdan bir yağmurla…

2001 İstanbul

 

KARANLIK ÇAĞ

Karanlık çağın toz yağmuru altında büyüyen çocuğu
Mağaralar pırıl pırıl, sokaklarda toz yağmuru.
Karanlık çağın çocuğu kara şövalyenin ayakları altında,
İnim inim inlemekte, baygın gülüşler ardında.
Göğe doğru yükselir bir çığlık, bir ses,
Duymazlar, fakat duyar sahte gülüşleri herkes.
Şövalyenin kara atının sesinde
Karanlık çağın çocuğu merhamet bekler, her nefesinde
Çocuklar göğe bakmaktan aciz ve uzak,
Kat kat dağlar engel, renkli kutular tuzak.
Toz yığınlarından yeşeren ağaçlarda bin bir çeşit yemiş,
Karanlık çağın çocuğu hepsini bir bir yemiş.
Her lokma kalmış ve kalır kursağında,
Karanlık verir her lokma kara günün karanlıklarında.

Kara tozlar değende derinden derine çığlıklar gelir,
Her değende kara tozlar, kara çağın çocuğu lime lime erir.
Karanlık çağ sanki bir tufan, her çocuğu boğar,
Tufan içre Nuh (as) ’un gemisi, güneş ülkesinden doğar.
Tufanda Nuh (as) ’un gemisi yemyeşil umuttur.
Baygın gülüşler, yemyeşil umudu unutturur.
Nuh’un gemisinde Musa (as) eli asalı tufana iner,
Musa (as) asasını vurur, kalkar kat kat tufandan perdeler.
Musa(as)’ca davette Firavunlar ölür, İbrahim(as)’cesinde Nemrut.
Karanlık çağın feryadına her nida, her davet birer umut.
Tufanda yeşerir Yunus’ça (as) bir nida
Toz yağmurunda artık duyulur her ses, bulur aks-ı seda
Eyyüb’ce (as) bir sabırla güneş ülkesine yürür çocuklar.
Yusuf’ça(as) iffettir bu, yağmalanmaz duygular,
Hira mağarasından yayılır Muhammedî (asv) Bir davet
Karanlık çağın çocukları Dar-ı Erkam’a eder avdet.

2001 İstanbul

 

AYNADAKİ DEV

Eline kor almış farkına varmaz;
Ateş sineyi sarmış, acı duymaz,
Uykudadır, yürür, gözün yummaz,
Takılır düşer, kalkar yerde kalmaz,
Toz toprak içre kalır, kendine bakmaz,
Baksa da görmez, görse de bilmez, bilse de yanmaz.
Sesi duyulmaz, yüze bakılmaz, ele alınmaz,
Bir devdir bu aynada; arlanmaz.
Ayna kırılır, camlar saçılır, toprağa düşer tozlanmaz,
Ayna kırılır, can sıkılır, ruh daralır, dev uyanmaz.
Bir çamurdan devdir bu, yağmura dayanmaz.
Toprak olur, aslını bulur; göğe uzanmaz…

2001 İstanbul

 

İSTANBUL’DA MEDENİYET

Medeniyetin eşiği, sanatla dolu sokakları bile
Boğaza hakim, ulu mabed Süleymaniye.

Süleymaniye muhteşem, avlusu bile feyizdar,
Anadolu İstanbulu, karşı kıyıda güzel Üsküdar.

Eski bir medrese, Bayezid meydanında,
İçi dolu hep kıymetdar sanatlarla.

Besmele içinde sure-i Yasin ve Kalem yazılı,
Kuru yaprağa meşk yapmışlar, altın boyalı.

İki ‘Vav’da mevcud bir tek Kur’an,
Hayran kalır bunu gören insan.

Büyük yazılı, tezhibli Ku’an’lar yüzlerce yıllık,
Müşahade eden ruh durmaz, kanatlanır bir anlık.

2001 İstanbul

 

ŞİMDİ GÖNLÜM

Gönlüm gülşene düşende
Mavi göklerde uçandır şimdi.
Sonsuzluğun hazan bağında
Pembe güller açandır şimdi.

Gönlüm goncaya düşende çiğ gibi
Hazan bağlarına yağandır şimdi.
Yağmur yağanda gökkuşağı gibi
Çölde serap olandır şimdi.

Gönlüm fezaya çıkanda
Dünya, altında kayandır şimdi.
Kaynayan hülyaların baharında
Gönülden gönle taşandır şimdi.

2000 İstanbul

 

ANNE

Anne! Yanından doğruldum, dün bir bugün iki,
Bir hayaldir, akan sudur sanırsın hakikati,
Hüzün ve firkat, sevmek ve vuslat hayatın nesi ?
Nerede taşlaşan bir hayatın lezzeti?
Anne! Beni çağırma, çağıran ölümün sesi,
Sanma sakın! Parçalar beni zevalin pençesi
Ölüm çağırdıkça kalktı hakikatin perdesi.
Anne! Yanından doğruldum, dün bir bu gün iki
Bunca zaman, gün müdür, ay mıdır, yoksa sene mi?
Hayat kısa anne, geçmesin beyhude, fuzuli
Çağıran ölümün sesi, sen çağırma anne beni,
Ölüm çağırdıkça kalkıyor hakikatin perdesi…

2000 İstanbul

 

KAHIR ŞERBETİ

Nice eylemiş ise Hüdâ, kahr ile takdir,
Cümlesi sana bir haktır.
Belki bir teklif, kim bilir belki bir tekdîr…
Sabır ile kahır şerbetin içmeye kim gelir ?

2000 İstanbul

 

SENİ ANLATIR

Baharla şenlenen ruy-i zemin,
Senden haberdir, her anı mevsimlerin,
Yağmur, kar, ağaçtaki desen ve biçim
Seni söyler bana, hep Seni anlatmak için.

1999 İstanbul

 

BİLİNMEYEN YÖNLERE DOĞRU

Bu şiiri bilinmeyen bir yöne doğru…
Gecenin sessiz karanlığında, kar soğuğundan sonra,
Biraz çocuk hülyalarınca, sevinçten, hüzünden ve tefekkürden sularla
gönül vadilerinden akarcasına yazıyorum.
Bu şiiri, gecenin en karanlık yerinde beliren, kar beyazı aydınlığa doğru,
gönlümü işgale yeltenen
isyankar gece fenerlerini söndürürcesine yazıyorum.
Evet yine yeniden bilinmeyen yönlere,
Deniz kumuna, kar soğuğuna, sessizliğin sesine
ve Ma’bud’a hasret gönüllere yazıyorum.
Deniz dalgası, şehir hülyası, kar soğuğu ve çöl kumu, bilinmez yönler…
bilinmeyen yönler bilinseydi, anlatabilirdim belki sana,
nasıl da yönelirler hasretçesine,
Mahbub’a hasret gönüller Ma’bud’una…
Ölümü, hayatı, ve gerçeği bilseydin keşke!
Bilseydin anlardın belki,
Gecenin karanlığını, kar soğuğunu, çöl fırtınasını ve şehir hülyasını…
Evet, yine yeniden bilinmeyen yüzlere,
Deniz kumuna, kar soğuğuna, sessizliğin sesine
ve Ma’bud’a hasret gönüllere yazıyorum.
Ve gecenin en karanlık yerinde beliren
kar beyazı, çöl sıcağı, güneş nuru aydınlıkta bekliyorum;
ölümün gerçeğini, hayatın gayesini, yaşamın gerçeğini
ve gerçeğin gerçeğini görecek bir sen.
Hasretin, ölümün, hayatın, sevginin ve hüznün içimi ısıtan,
gece fenerlerinin karanlık yayan aydınlığını kesen,
kar sıcaklığı veren, yönünün bilseydin keşke!
Anlayabilirdin bilinmeyen yönleri.
Anlatabilirdim belki sana,
Hayatın güneşin batışını seyretmekten, çalışmaktan
ve istemekten ibaret olmadığını,
hayatın bilinmeyen yönlerini.
Ve gönül vadilerinde bir iç savaşta akan kanların
gece fenerlerini söndürüşünü izliyorum.
Deniz kumu, sessizliğin sesi ve kar soğuğu,
Şehir hülyası, deniz dalgası ve çöl kumu bilince bilinmeyen yönleri
gece fenerlerinin sönüşünü izleyeceğiz hep beraber.
Ma’bud’a hasret gönüller ister gözler
gecenin en karanlık yerinde beliren kar beyazı aydınlıkta…

1999 İstanbul

 

RENKLER

Renklerin siyah olduğu, akşam kafesi
İçinde şuleler görünen penceresi
Bakarsın, değiştirir görüntüyü sesi
İçinde öteler görünen penceresi

Sular tatlıdır, gönül denizinin derininde
Acı geçer ovaların engininde
Renklerin siyah olduğu akşam kafesi
Kırılır ruhumun en sessiz seslerinde.

1999 İstanbul

 

MANZARA

Gürler gök gibi, yağmur olur yağarmış.
Nedir bu hal? – Güya, mutlu bir insanmış.
Atılmış bir kenara, kepazedir edep, ahlak,
Atılmış ortaya “özgürdür”, hem ne özgür, elhak!
Nasıl olur deme? Zira ortadadır manzara,
Değerler alt üst olmuş, maneviyat paramparça.
Ahir zaman denirdi ya, ahir zamanmış gerçek,
Bir imtihandır bu, ya kalmak var, ya da geçmek.

1999 İstanbul

 

ÖLÜMÜN

Yavaş yavaş olmayacak toprağa girişin,
Hele bir öl, nasıl da yayılır kara haberin,
Hemen de nasıl toprağa girivermişsin ?
Toprak altındasın, cevap bekliyor, başına inen suallerin.

1999 İstanbul

 

RÖVANŞ

Hayatın rövanşı yoktur, ya cennet ya cehennemdir yerin
Rövanşı olsaydı hayatın, ne gereği olurdu cehennemin

1998 Antalya

 

ŞEHADET

Vurulup da, dem yere düştüğü an,
İşte o dem, yükselerek arşa çıkar can.

Öyle lezzet-i ruhiye ki, hayalin fevkinde
Ân-ı tecritte iken ruh, lezzeti elemin içinde.

1998 Antalya

 

GÜZEL

Çıktım varlık yüzüne; Onda gördüm güzeli.
Her güzel ayna imiş, ‘Güzel’ aynadan içeri.

Vardım, girdim, acz evine; Onda buldum Kudreti.
Cümle düşman dost imiş; ‘Dost’ aczden içeri.

Sonra gördüm fakr ilini, onda buldum serveti,

1998 Antalya

 

SERMAYE

Sermayesi buz; gün altında erir bir taciriz,
Gün gelir, gün altında erir, su oluruz biz.

1998 Antalya

 

O GÜN

Sükûn bulsa da şu deniz…
Bulmasa da geçer gideriz,
Gün olur, bir yudumda içeriz,
Gelir bir gün ve içine düşeriz.

1998 Antalya

 

İNSAN

Çözülür âlem; renkleri ayrı, tek bir kilim,
Alemde çözülmeyen bir mensuc varsa o da benim

1998 Antalya

 

NURDAN YOL

Bitmeyen arzuların gölgesinde,
Kıblegâh tutunduğum dal olur.
Hicran kokan rüzgarların sesinde
Bulduğum, göklere nurdan yol olur.

Acı bitmez, arzu uzar gider
Yanar kalbim, hep mavera ister.
Ruhum yanar dört duvar arasında
O yangın, nurdan yol bulununca biter.

Çiçekler hiç solmasın, gönlümce,
Doldurmaz bu boşluğu hiçbir eğlence,
Bir ülke ki; ötelerde tâ maverada
Dolar o boşluk, nurdan ülke görülünce.

1998  Antalya

 

NE KALDI

Ne kaldı cemiyette su-i ahlaktan başka?
İhtiramdan, itaatten mahrum insandan başka?

1997 Antalya

 

KEDİ

Bir gün akşam üstü, gidiyordum yolda
O da ne ?! bir kedi duruyor kenarda.
Miyavlıyordu, canı yanmışçasına,
Ne demek istiyordu kim bilir bana?
Hemen durdum orda, oturdum birazca
Ayağını kaldırıyordu merak ettim. Neden acaba?
Merak ile baktım hemen kedinin ayağına.
Gördüm ki; kan akıyordu damla damla.
Pençelerin üstünde deri kalmamış soyulmuş da,
Titreyerek miyavlıyordu bana.
Acıdım, belki haddim olmayarak ona.
Bırakarak kediyi, Rabb-i Rahim’i Allah’a,
Hemence devam ettim yoluma.
Yolum da epeyce var idi o ara.

1997 Antalya

 

 

 

Bir cevap yazın