AKIL ve KALB

‘Akıl/mantık/zihin’, eleştirmek/analiz-sentez yapmak, ayırmak ayrıştırmak,kümelemek gibi işlevleri yerine getirir.
‘Kalb /gönül’ ise ‘takdir etmek, onurlandırmak, her şeyi bir ve bütünlük içinde görmek, zevk etmekle’ ilgilenir. Akıl eleştirir, kalb takdir eder, onurlandırır.
Akıl böler, parçalar. Kalb, birleştirir, bütünleştirir.
Akıl dışa doğru bir ‘çaba/uğraş’ ister. Kalb ‘içten’ bir bekleyişe, bir sezişe, bir doğuşa durur.

Aklın işi suya yansıyan bir gölgeyi görmek, idrak etmek gibi iken, kalbin işi sudaki yansımayı zevk etmek gibidir.
Günümüz insanı ‘salt akıl insanı/rasyonel akıl insanı’ olduğu için bildiği en iyi şey ‘eleştirmek’, ‘bölmek’, ‘ayırmak’ oluyor.
Kalb merkezli kişiler ise, her şeyi takdir ediyor, beğeniyor, adeta kabulleniyor.

Akıl insanı takdirden yoksun, kalb insanı ‘an’lamaktan.
Tarlaları bir birinden ayıran sınıra ‘añ’ derler. ‘Ayıraç veya çit’ anlamındaki manaya kadar gidiyor etimolojik olarak ‘anlamak’. Bu yüzden aklın aktif hizmetkar olmadığı bir kalb, hakikati ‘añ’layıp ayırarak zevk edemiyor.
Takdir edip onurlandığı Bütünün ‘içeriğini, tafsilatını, parçalarını’ idrakten ve zevkten mahrum kalıyor.
Kalbi reddetmiş, ‘dünyasından’ kovmuş bir akıl ise, yaptığı en iyi şeyin (ayırma, parçalama, eleştiri) içinde darmadağın, paramparça oluyor.
Takdir, onurlandırmaktan mahrum.


Aydınlanmanın Rasyonel akla indirgenerek, ‘entelektüel’ zihinlerin hakim olduğu günümüz insanı olarak takdir etmiyoruz, edemiyoruz. İçimizde (aslında kafamızda) bir yargıçla dolaşıyoruz sadece. Her şeyi yargılayan, eleştiren, hiç bir şeyi ‘içtenlikle’ beğen(e)meyen bir kişi olarak.
En yakınlarımızı bile takdir edemiyoruz, beğenmiyoruz kolay kolay. Sürekli bir eleştiri! Çünkü eleştirel/analitik bır akla tâbiyiz artık.

Rasyonel aklımız her köşeye at koşturuyor adeta. Koşturuyor, koşturuyoruz; durup DİNLEnmeden, YAKINLAŞIP Bağ kuramadan.
Durmayınca da içine giremiyoruz kalbin. Aklın mahareti ayırmak, bölmek, kümelemek; kalbin mahareti birlemek (tevhid-vahdet-birlemek), bütünlemek.
Rasyonel Akla (egosal zihne) tabi yaşamanın neticesi takdir ile onurlandırılmış bir ömür yerine, rasyonel aklın ‘yalnızlığa-ayrılığa’ mahkum olarak yaşamak..
‘Akleden bir Kalb’i olmalı insanın.

VARLIKLARIN DİLİNDEN-3

PİRİNCİN ÂHI

Yolculuğunun başlangıcını hatırlayınca heyecanı biraz daha arttı. Sevinç içinde, arkadaşlarıyla bir araya geldiği günü hatırladı. O günden bu güne kadar geçen zamanı ve yaşadıklarını defalarca düşündü.

Yolculuğunun ilk günlerinde ne kadar da heyecanlıydı. Endişeliydi bir o kadar. Çünki yolculuğu istediği yere ulaşamadan son bulabilirdi. Korku, neşe, kaygı, heyecan, iç içe girmişti yüreğinde. Yola beraber çıkıp da birer, ikişer geriye kalan, nasipsiz arkadaşlarını gördükçe yüreği burkulurdu. Geride kalan arkadaşlarını sonraları da hatırladıkça aynı burukluğu hissederdi yüreğinde. Ama kendi aştığı her engelde, ümidi kat be kat artardı. Önce en yakın arkadaşının, kendilerini toplayan çiftçinin dikkatsizliği yüzünden, çuvalın ağzından yere düşmesiyle hüzünlenmişti. Kendisi de az kalsın düşüyordu yere. Böyle başlamıştı, küçük pirinç tanesinin yolculuğu.

Küçücük pirinç tanesi aynı çuvalı dolduran, binlerce pirinç tanesi gibi, topraktan başlayıp ‘insan bedeninde’ son bulabilmek ümidiyle çıkmıştı yola. Aslında bu bir ‘son bulma’ değil yükselişti onun için; bitki olmaktan kurtulup insan bedeninden bir parça olmaya yükseliş… Bütün pirinç tanelerinin ortak temennisi şu idi; “Ben de bir insan bedeniyle bütünleşebilmek.”

Küçük pirinç taneciği bu temennilerle başladığı yolculuğunda ne badireler atlatmıştı:  Önce en yakın arkadaşının, çiftçinin dikkatsizliği yüzünden çürümeye mahkum olması gibi bir sondan, son anda kurtulmuştu. Sonraları bir sürü yollardan geçiş ve fabrikada paketleniş… Her an küçük bedeni, küçücük bir aralıkta sıkışıp kalarak, kendisi için çok değerli olan, yolculuktan mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. O kadar çok endişelenmişti ki yol boyunca, nerdeyse çatlayacaktı sıkıntıdan. Karşılaştığı engeller birer birer arkada kaldıkça, neşesi arttıkça artıyor, adeta kabına sığamıyordu. Hele en son paketlenip de paketin ağzı da kapatılınca, derin bir ‘oh!’ çekti. İnsan bedeninden bir parça olabilme yolunda, engelleri aşmasına yardımca olduğu için, teşekkürler yolladı Yaradan’ına küçücük yüreğinden.

“Nasıl olsa paketlendim ya! Artık gerisi kolay!” diye geçirdi aklından. Düşündükçe keyfi ve şükran duyguları arttı küçük pirinç tanesinin.

Pirinç tanesi, keyif ve neşeyle paketin içinde, oradan oraya dönüp duraraktan, fabrikadan, kamyona oradan da bakkala kadar geldi ve raftaki yerini aldı. Heyecanı daha da artmıştı. Raftaki yerinde dururken, önünden geçen insanları inceledi, hayran hayran. Ne de olsa evrenin gözbebeğiydi onlar, özel yaratılmışlardı. Saygındı, Yaratıcısının özel muhatabıydı ne de olsa. Hangi mahluk onların yerinde olmak istemezdi ki! Küçük pirinç tanesi “Bir insan olamam!” dedi, “ama …” diye devam etti içinden düşünmeye. Önünden bazısı küçük, bazısı büyük birçok insan gelip geçmişti, her gün. O günleri hatırladıkça heyecanı daha da artardı.

Günlerden bir gün, yanında sevimli küçük bir çocuk bulunan bir kadının, pirinç paketlerine doğru uzandığını fark edip “”Aman Allah’ım! Ne büyük mutluluk!” diye sevinmişti. “Nasıl olsa bir anneydi paketi alan!” diye dillendirirken düşüncesini, “Yavrusuna çok şefkatli olurmuş analar ve o şefkatini her şeye gösterirlermiş” diye daha önce öğrendiği bilgileri geçivermişti hızlıca zihninden. Sonra sabırsızlıkla evin mutfağında geçirdiği, birkaç günü hatırladı. Sıkıntıdan patlayacak gibi olmuştu nerdeyse. “Ne zaman pişirecekler bizi?” deyip durmuştu kendi kendine.

Nihayet o gün akşam yemeğinde yenilmek üzere, evin hanımı pirinçleri paketten çıkarıp yıkamıştı. Temizlenmenin verdiği sevinçle, kendini daha bir başka hissetmişti pirinç tanesi. Aylardır hayaliyle, özlemiyle yaşadığı rüya birazdan gerçekleşecekti. Fakat daha henüz, yıkanıp tertemiz olurken, kulağına bazı pirinç tanelerinin feryatları gelmişti. “Bu da neyin nesi?” “Herkes yolculuğunu tamamlamak üzereyken…” dedi. Bu sözleri duyan arkadaşı, küçük pirince,  yıkanırken dışarı düşen onlarca pirinç tanesini gösterdi, “bak niçin feryat ediyorlar!” derken. Pirinç tanesi, gözlerine inanamamıştı, diğer pirinçler gibi. “Şefkatli anne, şefkat eder, toparlar ve geri katar” diye teselli bulmaya çalışırken, evin hanımının onların üzerine su döküp de, pirinçleri lavaboya gönderdiğine şahit olmuştu. “Aman Allah’ım!” diye feryadı basmıştı, sanki kendisi, kanalizasyona gidiyormuşçasına.

Garip duygular içindeyken, kızarmış yağın içinde buldu kendini küçük pirinç taneciği. Arkadaşlarının başına geleni unutmak istercesine, “artık tamam!” diye geçirmişti aklından. “Son tehlikeyi de atlattık. Birazdan bitecek yolculuğum.” demişti. Yenilmek için tabağa konuncaya kadar geçen zaman içinde, şimdiye kadar yaşadığı duyguları tekrar tekrar hatırlamıştı.

İşte şimdi, kaşıkların uzandığı bir tabağın içindeydi. Azıcık alttaydı. Altta oluşuna pek aldırış etmeden “Ziyanı yok nasıl olsa yiyecekler beni!” diye, o anı bekliyordu. Kaşıklar o tabaktan bu tabağa girip çıkıyordu. Konuşmalarına bakılırsa, neşeliydi insanlar. Gülüyorlar, konuşuyorlardı.

Küçük pirincin sayabildiğine göre, sofrada bir erkek ve bir kız çocuk ile bir anne ile bir de baba vardı. Sofra bir masa üzerine kurulmuştu. Tabağın üst kısmındaki pirinçler çoktan insan bedenine karışmışlardı. Sıranın kendisine gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Anne çocukları aç kalmasın diye, eline pilav tabağını alarak mutfağa, pilav doldurmaya gitti. Yine altta kaldı pilav tanesi. Kaşıklar yine tabağa girdi çıktı defalarca. Tabaktaki pirinç taneleri gittikçe azalmıştı. Hatta yok denecek kadar azalmıştı. Beş on tane ancak pirinç kalmıştı tabakta. İnsanlar birer birer sofradan kalktılar. Küçük pirinç tanesi ve arkadaşları bir anlam veremediler bu kalkışa. Buz gibi olmuş bir şaşkınlıkla baktılar birbirlerine. “Ne yani, bizi yemeyecek misiniz?” diye bağırdılar avazları çıktığı kadar. Ama kimsenin aldırdığı yoktu. Bir korku kapladı bedenini. “Yoksa insan bedenine giremeyecekmiyim? Bunca ümit, arzu, hayal, yaşamın amacı… haayııırr!” diye çığlık atarak ağladı. “Şefkat sahibi olan anne bize de şefkat eder de bizi çöpe atmaz sanırım” diyerek teselli bulmaya çalışırken kendini arkadaşlarıyla birlikte, metal bir kaşıkla çöpe atılırken buldu.

Çöpün kapağı kapatılıp içeriyi karanlık basınca, çöpe atılan diğer yiyecek maddeleriyle birlikte feryadı bastılar:

“Tam da insan olacakken kokuşmuş bir çöp olduk. Bize yazık ettiniz, fark etmediniz, kendinize yazık ettiniz…”

24 Kasım 2008

VARLIKLARIN DİLİNDEN-2 

ARININ KAHROLDUĞU AN

Sabah olup da yeni bir güne açtığında gözlerini, yeni bir işin başlangıcında olmanın heyecanını yaşadı. Gerçi daha yaşamının onuncu gününü yeni tamamlamıştı. “neyi nasıl yapacağımı bilmiyorum yeni işimde!” dedi. “Yaşamımın daha ilk üç gününde, şu binlerce kardeşimin girip çıktığı kovanın temizliğini bana öğreten ve ardından gelen ilk haftada benim bile hala anlamadığım, o karışık petek şekillerini bana öğreten, haberim bile olmadan beni yönlendiren duyamayacağım gizlilikteki ses benimle olacaktır yine” diyerek kendi kendine, telaşından kurtuldu.

Küçük arı, yaklaşık yetmiş bin arının yaşadığı kovanlarının girişinde, muhafızlık yapacak ve yaşadığı kovana başka kovandan bir arının girişine engel olacaktı. Yeni görevi için, yeterli donanım da sağlanmıştı kendine bilmediği bir canipten. Davetsiz misafirlerle mücadele edebilecek ve onları bertaraf etmeye yardımcı olarak zehirli bir iğnesi de vardı artık

“Haberim bile olmadan, tam da vakti vaktine silahımı bana veren, gaybi Sahip sanırım bu yetmiş bin arının arasında gelen yabancıyı da tanıtır bana” diye bir güven duydu içinde.  Bunca şeyi küçücük kafasından geçirdikten sonra, görev yerine koştu hemen. Öyle ya; kendisiyle bu derece yakından ilgilenen bir sahibin emrini yerine getirmede gecikme olmamalıydı ve dahi olamazdı da.

Yeni görevi başındayken de eski görevlerindeki gibi, hep o günleri geçirdi aklından.  Uçsuz bucaksız dünyanın, göz alıcı çiçeklerinde dolaşarak, mide fabrikasında, en şifalı bir yemeğin hammaddesini toplamak… Hep aynı özlemle bakakalırdı, kovanın kapısından uçup giden her arının ardından. Özlemi, heyecanı büyüktü ve fakat büyüktü bir o kadar da sabrı. Sabrı büyüktü çünki emir büyük yerdendi.

Bir on gün de üçüncü işinde kaldı küçük arı. Şimdi sıra, özlem ile büyüttüğü ve ömrünün geri kalanını geçireceği işine gelmişti.

Bu sabahki heyecanı çok daha farklıydı küçük arının. İçindeki gaybi sesin yönlendirmesiyle gideceği yönlerde, kendini götürecek olan kanatlarını sevinçle süzdükten sonra, arı kovanının kapısından uçup gitti.

İçinde hissettiği heyecanla, bu çiçekten o çiçeğe uçup duruyordu. Gün boyunca dolaştı rengârenk çiçeklerde. Dönme vakti geldiğinde, gününün hakkını vermiş olmanın sevincini görüyordu kendinde.

Ömrünün geri kalan yaklaşık yirmi gününde de yine hep aynı heyecan ve coşkuyla dolaştı durdu, sarı, yeşil, beyaz, mor renkteki çiçekleri. Çiçek özü ve polen toplama esnasındaki kimi zamanda arkadaşlarıyla sohbet ederdi. Bir defasında su içme için bir su birikintisinin kıyısında “Yorulduk, ama emeğimizin karşılığını, pırıl pırıl bir bal damlacığı şeklinde göreceğini bilmek unutturuyor yorgunluğu” diye duygularını paylaşmıştı işçi arkadaşlarıyla. Hepsi tasdik ettiler ve yeni bir heyecanla işlerinin başına dönmüşlerdi.

Günlerden bir gün şöyle bir soru geldi aklına ve bunu arkadaşlarıyla paylaşmıştı: “Biz bu kadar çok balı neden üretiyoruz ki? Çoğunu da yemeye vaktimiz bile yok zaten!” Bir arkadaşı hemen cevap verdi:

“Neden mi yiyeceğimizden fazla bal üretiyoruz?! Elbette ki insanlar üretemiyor diye…”

“Vay be! Demek bunca emeğimiz düşündüğümden daha farklı bir değer kazanıyor. İnsanın bile üretemediği bir şey… Vay be! Üretemediklerine göre çok da değer veriyor olsalar gerek! Belki de kendi küçücük başım kadar bir bal hazırlayabilmek için binlerce çiçeği dolaştığım için bana teşekkür etmek istiyorlardır” diye bir sürü sevinç ve takdir cümlesi geçirdi küçücük kafasından.

Artık iyice yaşlanmıştı küçük arıcık. Ömrünün son günlerinde, önleyemez şekilde bir istek gördü içinde: Bütün kovan ile birlikte, hayatı boyunca tek tek milyonlarca çiçeği dolaşarak doldukları bir peteğin insanlar tarafından yenmesine şahit olmak… Onların yüzündeki takdir ve minnettarlık duygularını kendi gözleriyle görebilmekti son arzusu.

Bu niyetle sıcak bir bahar günü, kovanların yakınında bulunan büyük bir ağacın altında kahvaltılarını yapmak için sofra hazırlayan aileyi izlemeye karar verdi. Bu arıların sahibi olan adamın ailesiydi. Onun için de sofralarından bal eksik olmazdı zaten. Bal tabağını ve aileyi görebileceği bir yer seçti kendine küçük arı. Seçtiği yer yüzlerdeki memnuniyet ve minnet duygularının görülebileceği kadar yakın bir yerdi.

Sofrada oturan anne küçük kızına süt doldurdu.  Küçük kız annesinin doldurduğu süte iki çay kaşığı bal kattı. Gördüklerine inanamamıştı küçük arı. Küçük kız kaşığı bal ile doldurup bardağa her götürüşünde, yaklaşık üç arının bütün ömrü boyunca, binlerce çiçeği dolaşarak hazırlayabildiği kadar balı yere akıtıyordu. Hiç kimsenin de bir şey yaptığı yoktu. Başı döndü arının şaşkınlıktan. Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemedi. İçi hüzünle dolmuştu. Öfkesine hakim olamadı ve “Değer vermediniz, değer görmeyesiniz” diye bağırdığını, küçük kız başının etrafında dolaşan bir arı vızıltısı olarak işitti. Vızıltısını işittiği arıyı başından kovmaya daha henüz yeltenirken, küçük kızın ailesi, kızlarının feryadını işittiler. “Aaaaaahhh! Arı soktu anne.” Anne ise kocasına şöyle çıkıştı: “Ben sana arılara yakın oturmayalım, arı musallat olur demedim mi?” diyordu, arının niçin musallat olduğunu bilmeden.

Yerde ölmek üzere olan küçük arı, küçük kız ve ailesini, belki de değer ve beğeni bekledikleri bir zamanda takdir edilmemekle karşılaşacaklarının farkına  bile varmadan, kahvaltılarını yarıda kesip giderlerken gördü.

12 Mayıs 2007

VARLIKLARIN DİLİNDEN–1  

BOYNU BÜKÜK BİR NERGİSİN HİKÂYESİ

Neye uğradığını anlayamamıştı küçücük nergis tohumu; karanlık, soğuk ve sıkıcı toprağın altına girdiği ilk gününde. Hâlbuki daha dün, toprağın üstünde idi ve mazhardı güneşin mütebessim çehresine her daim. Gerçi dün, güneşi görüyordu ve keyfi, rahatı yerindeydi yerinde olmasına fakat “Ne olacak benim bu halim? Dünyaya geldiğimden beri böyle kuru, sert, camit hiçbir işe yaramaz, sıradan bir tohumum ben”, derdi kendi kendine.

Bu gün ise, değişmişti devran ki;  idrak bile edemedi başına gelenleri. İçinde bir ürperti, bir korku, bir endişe… Aklında bin bir soru vardı:

“Ne olacaktı şimdi? Niçin geldim bu karanlık, sıkıcı yere? Etrafımı kaplayan bu kara, sert, soğuk toprak da neyin nesiydi? Yok olup gidecek miydim burada?.”

Beklemeye koyuldu çaresiz, küçük nergis tohumu. Gelmezdi ne de olsa elinden başka bir şey. Kudret yoktu damarlarında, kuvvet yok. İradesi hiç bir işe yaramazdı, bunun da idrakindeydi. Aynı zamanda endişeli, mütereddit… Ve bu tereddüt, endişe sarmıştı, bütün benliğini. Bunun da idrakindeydi. Yorgundu, durgundu. Böylece geçmişti, toprağın altındaki ilk günü, yaban Nergisinin.

İkinci gününde de sürdü, garip mahzun Nergisin, endişeli bekleyişi. Sıkılmıştı iyiden iyiye, karanlık, sert, soğuk, topraktan. Ama ne de olsa, elinden de bir şey gelmiyordu.

Derken, bu karanlık, sıkıcı mekanda, bir serinlik hissetti vücudunda. Evet, bu vücuduna değen suyun serinliğiydi.

“Bir bu eksikti”, dedi kendi kendine. Şimdide çamur içinde kalmıştı. “Buralarda çürüyüp gideceğim”, diye geçiriyordu aklından. Sonra, mağrur bir edayla, şöyle söylendi: “Oysa daha dün, taş gibi sert vücutcağızım toprağın yüzündeydi.”

Sürerken nergis çiçeğinin, çamur içindeki endişeli bekleyişi, bir meleğin sesi işitildi, karanlıklar içinde. Ve gök gürültüsü sesinde bir meleğin sesi sardı cihanı, beş duyguyu ve altı yanı. Şöyle diyordu, yeri göğü inleten, toprağın altında tohumu çatlatan ve çatlayan tohuma suyu, yağmuru müjdeleyen, ‘Ra’d’ ismindeki melek:

– Ey Rabb’inden, bir lahza, serin nefes, bir yudum su isteyen canlılar! Ve kurumuş, buruşmuş zavallı ağaçlar, otlar! Çatlamış, çöl olmuş toprak ve o toprakta kurtuluş için, felah için ve ferah için bir damla su bekleyen tohum!

Ve ey yer ve üstündekiler ve içindekiler! Sizlere müjde. Yakub misal yandığınız, özlediğiniz, hasretini çektiğiniz ve yolunu gözlediğiniz, su;ab-ı hayatınız, damarlarınızdaki kan, maveradan, Rahmet hazinesinden müjdelerle insin, sükunet versin size!

Islaklığın verdiği ürperti ile duyduklarını anlamlandırmaya çalışan nergis tohumu, “Bu mu?”, dedi “Rahmet müjdesi, felahın ve ferahın sayesi?”. Kendi bile farkında değilken, Rahmeti tenkid ettiğinin, rahmet yine kucak açmıştı, zavallı isyankar nergise. Ve Rahmetin tecellisi toprağın içinde yankılanan bir meleğin sesiyle tezahür etti. Rabb’in rahmetini şöyle dillendirdi melek:

– Muhakkak, zorluklarla beraber bir kolaylık vardır. Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Çalış ve bul bu zahmetler, zorluklar içindeki rahmeti. İnkişaf ettir istidatlarını! Hoş kokulu bir Nergis ol!

– Ama nasıl? diye sordu, endişeli Nergis. “Ne yapmam gerekiyor, dediklerinizin gerçekleşmesi için?”

Aynı melek cevap verdi, ruhu okşayan, güven dolu sesiyle:

– Sabır içinde tevekkül et, seni bu karanlık, sert, soğuk toprağın altına gönderip senin yeteneklerini gün yüzüne çıkarmak isteyen Yaratıcına, Sahibine, Rabbine! Çürümeye mahkum etme kendini, karşılaştığın zorluklara şikayetler yağdırmakla zaman harcayarak! Senin bu toprak altından aydınlık yüzeye çıkmana vesile olacak, bin bir kabiliyetin var, o sert kabuğunun altında. O kabuğu kır ve gün yüzüne çık!

– Yapabilecek miyim? diye itiraz etti, endişeli Nergis.

– Yapmalısın, dedi melek. Çünkü, seni buraya gönderen, böyle takdir etti. Seni de, buradan çıkmana yardımcı olacak yeteneklerle donattı. Onları kullanarak buradan çıkmalısın! Yoksa çürür, sert, karanlık, sıradan, adi bir toprak parçası olursun, diye devam etti. Bir an meleğin dediklerini düşünmeye dalan Nergis, fark etti ki kendine geldiğinde, melek çoktan uzaklaşmış.

Endişesi biraz olsun dağılmıştı, küçük, garip, sıkıntılı Nergis tohumcuğunun. Öğrenmişti hiç olmazsa, ne yapması gerektiğini. Yapması gereken şeyleri düşündü ve tekrarladı şöylece:

– Sabır içinde tevekkül ile, mücadele etmeliyim bu sıkıntılarla. Bu mücadele sayesinde inkişaf eden istidatlarım ile çıkmalıyım gün yüzüne, güzel kokumu dağıtmak için bütün aleme.

Devam etti bir müddet daha, çamurlu toprağın altındaki sıkıntılı günler. Bir zaman sonra, hissetti pörsüdüğünü elindeki tek varlığı bildiği, sert kabuğunun. “Eyvah! Çürüyorum” dedi, kapılarak endişeye. Fakat sözlerini hatırladı meleğin hemence:

– Sabır içinde tevekkül et, seni buraya gönderen, senden haberdar olan Sahibine!

Hakikat o ki, elinden  başka bir şey de gelmezdi, gelemezdi . Sadece O’na güvenmeliydi.

Yepyeni bir şey fark etti, günlerden bir gün, küçük Nergiscik. Çatlamıştı o sert kabuğu. Önce endişelenir gibi oldu, fakat yatıştı sonra endişesi. İçinden, toprağın derinliklerine doğru bir şeyin çıkıp uzandığını hissetmişti.

– İşte bu olsa gerek, meleğin sözünü ettiği gelişme, büyüme, diye düşündü. Evet, onca sıkıntıya tahammül, meyvesini vermeye başlamış ve zorluklar neticesi olan kolaylık görünmüştü evet. İstidatı inkişafa başlamıştı, küçük Nergisciğin evet. Şaşkındı, şaşırmıtı, sabrın ve tahammülün nerden ve kimden geldiğini tam idrak edemeden.

Sevince dönüşmüştü, sabrı ve tahammülü, Nergis çiçeğinin. Nergis çiçeğinin sabrı, sevince dönüşmüştü, sevinç olmuştu. Nergis çiçeği sevinç dolmuştu. Nergis çiçeği sevinç olmuştu. Sonra;

– Ah! dedi. Bir çıksam, şu gün yüzüne. Göstersem içimde hissettiğim, o güzel kokuyu, nazik ve nazenin görünümü, yukarıda var olan herkese ve her şeye, İnse ve Meleğe, yere ve göğe, meşhuda ve Ezeli Şâhid’e.

İçinde bu aşk, bu sevinç sayesinde daha bir ciddi sarılıyordu, mücadelesine. Bir yandan da şöyle diyordu kendi kendine:

– Sabret! Hem, elinde var olan, seni yükselten şu sikkeciğine kanaat et! Sabır, sabır büyü. Kanaat ile yürü.

Geçerken günleri, sabır, şükür ve kanaat düşünceleriyle, aynı zamanda kendini sıkan toprağın, üşüten suyun, daraltan karanlığın ve bunaltan havasızlığın nasıl da yeteneklerini geliştirdiğini düşünürdü ve Rabbe bin şükür, Rabbe binler şükür ederdi.

Yine böyle bir gün… öyle bir gün ki; sabır içinde, tevekkülün zirvesine çıktığı bir an küçük Nergisçik, başında azıcık bir ışık şulesi fark etti.

– Aman Allah’ım, bu güneş ışığı, dedi. Kabul oldu dualarım, sabrım meyve verdi ve işte güneş! diye sevinçle çığlık attı. Duramıyordu yerinde, sevincinden, neşesinden. “Sabırla geldiğim bu yolda dedi, yine sabır ve tevekküldür yoldaşım.”

Günlerin ilerlemesiyle, görüyordu kendindeki değişiklikleri. Boy verip serpilmişti, sabrın ve tevekkülün yoldaşlığında geçen zaman içinde. Bir elbisesi vardı yeşilin en güzel tonunda. Denkti elbisenin eni enine hem de boyu boyuna. Velhasıl, tamdı, kusursuzdu elbisesi. Bekliyordu, aleme güzel koku ve görünüm sunacağı günleri, halinden son derece memnunane. Ki; gecelerden bir gece,  karanlığın ve ayazın tahammül edilmez olduğu bir gece, toprağın altındaki ilk günleri hatırına geldi. Hayal etti, tasavvur etti, düşündü defalarca ilk günlerini ve terennüm etti şöylece kendini hayata bağlayan efkarını küçük nergis:

– Beni bu hallere sevk eden o sıkıntılara, tahammül ve sabır ve tevekkül ki; yeteneklerimi geliştirdi. Beni yüceltti, yüce tevekkül. Ve yüceldim, sabrın yüzünde hem tahammülün tahtında. Yüceldim çaresizliğin idrakinde. Hem kimsesizliğin vuslatında… O halde dedi, bunlara da sabretmeliyim. Vardır bir bildiği, bu ayazı bana musallat edenin. Eminim! Vardır bildiği hem isteği ve sevdiği. Eminim, Varlığı hem birliği kadar.

Kayboluyorken sabahın o dondurucu ayazı, fark etti güneşin ilk ışıklarıyla, yepyeni bir ihsana mazhar olduğunu: Bir tomurcuk… istediği, özlediği, beklediği bir tomurcuk… ve şimdi o tomurcuk, başının üstünde, Ezeli Şâhid’in şehadetine sunulmak için hazırdı. Hazırdı dellallığa, her ne varsa şuur sahibi adına. Ve gün be gün gelişmekte olan yetenekleri had safhaya ulaşmıştı. Tomurcuk, sevgiyle geldi, Nergisin yüreğine. Sevgiler getirdi, müjdeler getirdi ve sevgi ve aşk ve marifet oldu, tomurcuk nergise. Sevincinden şaşkına dönmüştü.

– Allah’ım sana sonsuz hamd olsun. Hem ezelden hem ebede nice hamdler var ki, Sana olsun Ey Rabb! Nice hamd ki, kimden olsa ve kime dahi olsa Sanadır ve Sana olsun Ey Yüceler Yücesi ve Ey Sanatkarım! dedi ve hafif hafif esen meltemin ritminde, Sanatkarını zikre ve tesbihe başladı kendince, nergisce, sevgiyle hem hürmetle.

Vakit tomurcuğun açma vakti. Ha açtı, ha açacaktı tomurcuk gözünü. Nergis çiçeği için yaşamanın tek anlamı, Yaratıcısının güzel isimlerini, gelişen yeteneklerinin aynasıyla, daha çok ve daha güzel bir surette gösterebilecek olmasıydı. Sonunda, Nergis çiçeğinin beklediği an geldi çattı. Artık gönlünün arzusu, hem ruhunun coşkusu gelmişti kapıya. Ve Nergisin, o nazenin, nergis bakışlı çiçeği açtı. Çabaladı, çırpınırcasına Nergis, kokusunu bütün aleme duyurmak istercesine sevinç ile. İlkin tebrik için gelen yanına, hafif hafif esen bir meltem olmuştu. “Müsaade bu kadar, yanında kalmaya. Kalamam daha fazla”, diyen rüzgar nergisin yanından ayrılacaktı ki; bir tutam koku emanet etti, kendini tebrik için, yanına gelen rüzgara, onu gittiği yerlere ulaştırsın diye nergis. Dağıtsın Rabbimin hediyesini, benden hediye niyetine; dağa, taşa, toprağa, suya kim bilir belki bir şuur sahibine diye. “Al, önce senindir, bu nergis kokum, sonra gittiğin her yerin. Hediyedir Rabbimden sana, şuur sahiplerine ve insana.” Küçük Nergis çiçeğinin, gecenin sessizliği ve yalnızlığında, Rabbi’nin bu nimetleri karşısında gözleri yaşla doluyor, sonra da saba rüzgarının esmesinde başlayan zikir ile bu yaşlar siliniyordu. Ardındansa, apayrı bir sevinç hali başlardı.

Geçen zaman zarfında, bir şey dikkatini çekmişti. Yeni, yep yeni, ama acı bir şey. Dillendirmekten kaçındı, huzurunu kaçıran düşünceden. ‘Yer eder, kalbimde şayet onu dillendirsem. Kalbimde yer bulur; şayet onu dile indirsem. Geçmesi zor, önce kalbe girmeden doğruca dile gelmesi’ diye, gördüğü, hayret ettiği gerçeği unutmaya çalıştı. Fakat ne çare ki, saklayamadı daha fazla, bu gerçeği kendisinden. Düşündü ve dillendirdi onu şöylece:

‘Her gün önümden, yanımdan geçen onca insan bir defa bile olsun, yüzüme bakmadı.’ Halbuki, ne hayaller kurmuştu kendince, küçük nergisçik:

“Şuur sahibi, yer yüzünün halifesi, Rabbi’min muhatabı olan insan, beni görünce Rabbi’ni hatırlayıp takdir ve beni de tebrik edecek… Aradığını benlen bulacak ve ona bulduracağım, beni yeşerteni, büyüteni hem giydireni ve dahi güldüreni…”

Ama ne arayan vardı Rabbini, ne de nergisçiği taktir eden ve onu seven. Hiçte umduğu gibi olmamıştı ve epeyce bunalmıştı. Bir defa olsun, zeminin halifesi iltifat buyurup bakmamıştı, garip nergisin yüzüne. Evet, zemine halife bir defacık dikkatli ve nemli gözlerle bakmamıştı kendisine. Bakanlar da uzaktan uzağa bir göz atmışlardı sadece, ararken kaybettikleri bir nesneyi. Ararlarken neyse neyi…  Epeyce canını sıkmıştı bu hal. O denli içerlemişti ki bu hali, hüzün bürüdü bütün yüreğini. Ve hüzün yürüdü ardından, bütün benliğine. Mütehayyir nergis, şimdilerin olmuştu mahzun nergisi. Ve nergis, hüznünden biraz solmuştu bile. Uzaktan uzağa nergisin bu halini seyreden bulutun, gözleri nemlendi. Nemli gözlerle seyretti nergisi, bir müddet. Ağlayacaktı dokunsalar. Ağlayacaktı, çünki mahzundu bulut. Çünkü gördüğü bir mahzundu, uzaktan uzağa. Ve sâri her duygu gibi, hüzün de sirayet etti gökte buluta. Nergisin hüznü, bulutun yüreğinde aks-ı sadâ buldu. Nergis soldu, bulut doldu. Ve Rabb’inden aldığı izinle bulut, nergis çiçeğinin haline ağladı. Dayanamadı daha fazla bulut. Ve rahmet oldu, eğildi okşadı nergisin solgun, durgun hem mahzun başını. Bulutun gözyaşları, değince kendine gelmişti nergis. Cana can vermişti, bulutun samimi iltifatı ve ilgisi. Cana can verdi, canda canan oldu, bulut. Kendine gelen nergis:

– Evet, dedi. Beni bu insanlar görüp takdir etmeseler bile, beni gören, yeteneklerimi takdir edici başkaları var. Allah var ya, O yeter, diye devam etti. Elimden gelse, onun için bütün dünyayı kaplarım, dedi. Bir neşe buldu, hüznü dağıldı ve hayata bir ucundan tutundu tekrar. Ve anladı, ümitsizliğinin hata olduğunu. Anladı ki, kimseye beğendirmeye çalışmamalıydı kendini Rabb’den gayri. ‘O’ varsa her şey vardı. ve ‘O’ beğenirse, gayrı ne dese kim takardı. ‘Anladım ve bildim dedi, bu manayı. Anladım. Anladım artık, ben o eski nergis değilim. O eski nergis ben değilim. Anladım ve bildim.’

Artık epeyce yaşlanmıştı. Ayakta duracak hali yoktu. Üstüne üstün bir gün haylaz bir çocuğun, sağa sola hırçınca koşuşturmasıyla ayağını çarpması neticesinde, o nazik ve nazenin cismi hırpalandı. Fakat ruhunda sınırsız bir sükunet hakimdi. Müsterihti, rahat ve huzurluydu. Fakat buna rağmen o güzelim görüntüsü eski güzelliğinde değildi. Çocuğun ayağı, süratle çarpması neticesinde elbisesi yer yer buruşmuş ve yırtılmıştı. Fakat güzeldi, o enfes kokusu hala. Canlı değildi, gerçi eskisi kadar ama, güzeldi hem hoştu yine de.

Günlerden bir gün… Ki; yine her zamanki gibi cisminin fenasına inad, ruhun inkişafı için gayretin hat safhada olduğu bir zaman… Ve yine hiç beklemedik bir şey…  Yaşlı, yorgun ve halsiz nergis önünde bir insanın durduğunu fark etmişti. Evet, önünde duran bir insandı ve bakıyordu ona doğru.

— Allah Allah, bana ne için baksın ki? Evet bana bakıyor, diye söylendi kendi dilince, kendi gönlünce. Evet evet bir gün kendisine şuur sahibi, yer yüzünün halifesi yönelmişti. “Aman Allah’ım ne büyük bir şeref!” diye söylendi. “Hem de bu halimde iken.” Ve yaşlı, yorgun Nergis çiçeğinin önünde duran insan, eğildi Nergise doğru ve bir nefes çekti o büyüleyici kokusundan, ciğerlerinin en ücra köşelerine ulaştırmak istercesine. Nergisin başı döndü şaşkınlıktan. Bir müddet sallandı sağa sola. Kendine geldiğinde hala o adamın kendine bakmakta olduğunu gördü. Ve o adam şöyle diyordu, onu duydu:

— Görünüşün, halin perişan ama sen, hala, başkasına güzel kokular dağıtıyorsun. Kendi halinin perişanlığına bakmıyorsun. İşte ey insan! Sana bir hoca, bir ibret dersi… Hem de hali perişan bir çiçekten…

Yaşlı ve perişan Nergisçik, şaşkınlıktan bu son sözleri güçlükle işitebilmişti.

4 Haziran 2004