Şu dünya üstüne gelen insanın en büyük sorunu olan, ‘anlama ihtiyacı’ karşısında, hatta yanı başında başka bir sorunu barındırmaktadır: ‘Anlaşılma ihtiyacı.’

Evet bu iki mesele insanoğlunun, çözümlenmemesi halinde, derin yaralarını kanatan bir ihtiyaç olarak durmaktadır karşısında.

‘Anlama ihtiyacı veya anlam arayışı, başka bir yazının konusu. Bu yazının konusu ise insanın diğer ikinci büyük sorunu olan ‘anlaşılma ihtiyacı’ üzerine…

Her insanda kalbinden geçen duyguları ya da zihnindeki fikirleri bir başkasıyla paylaşma ihtiyacı vardır. Hatta insanı en ziyade tatmin eden şeylerden biri, kişinin kendi kalbinde ve zihninde var olan ince duygu ve düşünlerini, tam anlayışlı olabilecek, kendine mukabil bir kalp ile paylaşımda bulunmaktır.

Her insan anlaşılmak ister. Bu anlaşılma isteği, duygu, düşünce, Spritüel/manevi ve davranış boyutlarının üçünü de içine almaktadır. Peki insanın bu anlaşılma ihtiyacı her zaman karşılanabilmekte midir? Ya karşılanmazsa ne olur? İnsanoğlunun psikolojik sağlığıyla yakından ilgili olan kısım burasıdır. Çünki karşılanmamış her ihtiyaç ve istek gibi, bu istek ve ihtiyacın da karşılanamaması, kişiyi gerek bilinç düzeyinde ve gerekse bilinç dışı düzeyde strese sokacaktır. Bu stres düzeyi ise, kişinin varoluşuyla ilgili temel bir ihtiyacın giderilememesine bağlı olduğu için, elbette ki sokakta yürürken vitrinde gördüğü ve hoşuna giden her hangi bir nesneyi alamayan bir kişinin stres düzeyinden farklı olacaktır. Anlaşıl(a)mama durumu, kimi zaman yokluk gibi hissettiren, ‘yalnızlık’ durumunu sonuç vermektedir. Çünki kişi, ‘kabul edilme’ gibi bir diğer temel ihtiyacından mahrum kalmış, bir anlamda anlaşılmadığı için reddedilmiştir. Reddedilmişliğin acısını ise hemen hemen herkes bilir. Bu durumdaki bir kişi, bir taraftan acı çekmekte, bir taraftan da anlaşılmadığı için toplumdan dışlanmasına sebep olan duygu-düşüncelerini ya kontrol altına alıp bastırma ya da anlaşılabilecek seviyeye getirmenin mücadelesini vermektedir. Elbette ki her mücadele gibi bu mücadele de kişi üzerinde, gerilim, endişe ve korkulara yol açmaktadır. Dolayısıyla kişi bu gerilimi azaltmanın yollarını arayacak ve enerjisinin büyük bir kısmını bu gerilimin ‘sükunet’ düzeyine inmesi için harcayacaktır.

Bu enerji harcama biçimi ise kişinin mizacına göre, ya dışa yönelik, ya da içe yönelik olmaktadır. Yani kişi ya kendini bir türlü kabul ettirmenin yolunu arayacaktır. Kendini anlamayan kişilerle, onları kimi zaman anlamak istemeyen kişiler olarak değerlendirerek, mücadeleye girecektir. Aslında bu mücadele kişinin varoluşunu, varlığını kabul ettirmeye çalışmanın ta kendisidir. Çünki anlaşılmamış kişi, her hangi bir kalpte ve akılda aks-ı seda bulmamıştır. Hele bir de kişi, bu duygu ve düşüncelerini ifade edecek ortamı dahi bulamamışsa gerisini bir düşünün. Yani yok gibi bir şey…  çünki var olmanın belirtisidir, düşünce ve duygu, his, hal ve davranış. O duygu ve düşüncenin anlaşılması ise, varlığın kabulü bir manada. İşte varoluşuna bu denli bir tehdit algılayan kişi, o tehdidi oluşturanlara karşı farklı bir varoluş ispat yolunu seçmektedir. Genellikle bu mücadele içinde bulunduğu topluma (ya da karşısındaki kişiye) aykırı duygu, düşünce ve davranışlarda bulunmak şeklinde olmaktadır çoğu zaman . Yani saldırganlık… Elbette bilindiği gibi, saldırganlığın da dereceleri muhteliftir.

Mücadele şeklinin bir diğer çeşidi ise, içe yönelik mücadeledir. Kişinin, çok çeşitli sebeplerden dolayı, içinde yaşadığı topluma (ki bu düşünceleriyle ilgili olan bir kişi veya küçük bir grup da olabilir), doğrudan doğruya çatışmaya girmeme isteği sonucunda oluşur. Kişi varoluşunu kabul ettirebilmeye yönelik mücadelesini kendi duygularını ve düşüncelerini kabul edilebilir düzeye çekmeye çalışmakta harcar. Bu da sonuç olarak, içe dönük, girişken olmayan, bir varlık gösteremeyen bir kişilik ortaya çıkarmaktadır. Bu durumdaki bir kişi bir varlık gösteremez, çünki kendi varlığı ile ilgili sorunlar yaşamaktadır belli bir düzeyde dahi olsa.

Anlaşılmamanın doğurduğu bir sonuç olan kabul görmeme, varoluş açısından kendilerini güvensiz bir ortamda, kendilerine güven(e)meyen fertler ortaya çıkarmaktadır. Buradaki kendine güven, varlığını diğer insanların varlığı düzeyinde kabul edilebilir olarak görememeyi ifade etmektedir.

Anlaşılmamanın sonucu olarak, kendi varlığı ile ilgili olarak, gerçekçi bir kabul düzeyine ulaşamayan birey, anlama ihtiyacını da tam ve gerçekçi olarak tatmin edememektedir.

Tatmin edilmemiş, anlam ve anlaşılma-kabul görme ihtiyaçları ise sonuç olarak çeşitli ruhi problemleri doğurmaktadır.

Anlaşılmadığı yani kabul görmediği için psikolojik dünyasında birçok sorunlarla yüz yüze gelen kişilere yardımcı olmanın en kolay ve tek yolu, konuşmaktır oysa.

Evet, insanlar konuşa konuşa anlaşır demiş atalarımız. ‘Anlaşırlar’ yani birbirlerini karşılıklı anlarlar. İçinde sakladığı ve kimseyle paylaş(a)madığı düşüncelerini dinlemekle, kabul etmeseniz bile anlamakla, içi neşeyle dolan, ferahlayan, rahatlayan, sakinleşen kişileri görmüşüzdür. Hepimiz biliriz ki, bir kişiye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, onu yok saymaktır. Böyle olunca, bir kişiye yapılabilecek en büyük iyiliklerden birinin de onu var kabul etmek olduğu görünmektedir. Oysa cehennem bile yokluktan kurtuluş olduğu için bir çeşit rahmet olduğu söylenmektedir.

Bir başkasının bizi anlayıp kabul etmesi beklentisi içine girmenin insan psikolojisine yükleyeceği ağır yük apaçık ortadadır. Her kesin bizi kabul etmesini beklemenin, muhatabı kabul makamı bizim ise muhtaç makamında görmek olduğu için, kalbe vereceği dilencilik halinin ağırlığı altında ezilmemenin tek yolu, kabul makamı olarak tek makam ve merciyi seçmekte yatmaktadır. Kişinin kendini kabul edebilmeyi öğrenmesi, onayı kendinden alabilmesi gerekmektedir.  Kendi kalbindeki ‘güçten’ güç alabilmeli, kendi özünü referans alabilmelidir. Kendi değerler sistemiyle tutarlı şekilde yaşaması gerekmektedir.

Bir cevap yazın