Şu dünya üstüne gelen insanın en büyük sorunu olan, ‘anlama ihtiyacı’ karşısında, hatta yanı başında başka bir sorunu barındırmaktadır: ‘Anlaşılma ihtiyacı.’

Evet bu iki mesele insanoğlunun, çözümlenmemesi halinde, derin yaralarını kanatan bir ihtiyaç olarak durmaktadır karşısında.

‘Anlama ihtiyacı veya anlam arayışı, başka bir yazının konusu. Bu yazının konusu ise insanın diğer ikinci büyük sorunu olan ‘anlaşılma ihtiyacı’ üzerine…

Her insanda kalbinden geçen duyguları ya da zihnindeki fikirleri bir başkasıyla paylaşma ihtiyacı vardır. Hatta insanı en ziyade tatmin eden şeylerden biri, kişinin kendi kalbinde ve zihninde var olan ince duygu ve düşünlerini, tam anlayışlı olabilecek, kendine mukabil bir kalp ile paylaşımda bulunmaktır.

Her insan anlaşılmak ister. Bu anlaşılma isteği, duygu, düşünce, Spritüel/manevi ve davranış boyutlarının üçünü de içine almaktadır. Peki insanın bu anlaşılma ihtiyacı her zaman karşılanabilmekte midir? Ya karşılanmazsa ne olur? İnsanoğlunun psikolojik sağlığıyla yakından ilgili olan kısım burasıdır. Çünki karşılanmamış her ihtiyaç ve istek gibi, bu istek ve ihtiyacın da karşılanamaması, kişiyi gerek bilinç düzeyinde ve gerekse bilinç dışı düzeyde strese sokacaktır. Bu stres düzeyi ise, kişinin varoluşuyla ilgili temel bir ihtiyacın giderilememesine bağlı olduğu için, elbette ki sokakta yürürken vitrinde gördüğü ve hoşuna giden her hangi bir nesneyi alamayan bir kişinin stres düzeyinden farklı olacaktır. Anlaşıl(a)mama durumu, kimi zaman yokluk gibi hissettiren, ‘yalnızlık’ durumunu sonuç vermektedir. Çünki kişi, ‘kabul edilme’ gibi bir diğer temel ihtiyacından mahrum kalmış, bir anlamda anlaşılmadığı için reddedilmiştir. Reddedilmişliğin acısını ise hemen hemen herkes bilir. Bu durumdaki bir kişi, bir taraftan acı çekmekte, bir taraftan da anlaşılmadığı için toplumdan dışlanmasına sebep olan duygu-düşüncelerini ya kontrol altına alıp bastırma ya da anlaşılabilecek seviyeye getirmenin mücadelesini vermektedir. Elbette ki her mücadele gibi bu mücadele de kişi üzerinde, gerilim, endişe ve korkulara yol açmaktadır. Dolayısıyla kişi bu gerilimi azaltmanın yollarını arayacak ve enerjisinin büyük bir kısmını bu gerilimin ‘sükunet’ düzeyine inmesi için harcayacaktır.

Bu enerji harcama biçimi ise kişinin mizacına göre, ya dışa yönelik, ya da içe yönelik olmaktadır. Yani kişi ya kendini bir türlü kabul ettirmenin yolunu arayacaktır. Kendini anlamayan kişilerle, onları kimi zaman anlamak istemeyen kişiler olarak değerlendirerek, mücadeleye girecektir. Aslında bu mücadele kişinin varoluşunu, varlığını kabul ettirmeye çalışmanın ta kendisidir. Çünki anlaşılmamış kişi, her hangi bir kalpte ve akılda aks-ı seda bulmamıştır. Hele bir de kişi, bu duygu ve düşüncelerini ifade edecek ortamı dahi bulamamışsa gerisini bir düşünün. Yani yok gibi bir şey…  çünki var olmanın belirtisidir, düşünce ve duygu, his, hal ve davranış. O duygu ve düşüncenin anlaşılması ise, varlığın kabulü bir manada. İşte varoluşuna bu denli bir tehdit algılayan kişi, o tehdidi oluşturanlara karşı farklı bir varoluş ispat yolunu seçmektedir. Genellikle bu mücadele içinde bulunduğu topluma (ya da karşısındaki kişiye) aykırı duygu, düşünce ve davranışlarda bulunmak şeklinde olmaktadır çoğu zaman . Yani saldırganlık… Elbette bilindiği gibi, saldırganlığın da dereceleri muhteliftir.

Mücadele şeklinin bir diğer çeşidi ise, içe yönelik mücadeledir. Kişinin, çok çeşitli sebeplerden dolayı, içinde yaşadığı topluma (ki bu düşünceleriyle ilgili olan bir kişi veya küçük bir grup da olabilir), doğrudan doğruya çatışmaya girmeme isteği sonucunda oluşur. Kişi varoluşunu kabul ettirebilmeye yönelik mücadelesini kendi duygularını ve düşüncelerini kabul edilebilir düzeye çekmeye çalışmakta harcar. Bu da sonuç olarak, içe dönük, girişken olmayan, bir varlık gösteremeyen bir kişilik ortaya çıkarmaktadır. Bu durumdaki bir kişi bir varlık gösteremez, çünki kendi varlığı ile ilgili sorunlar yaşamaktadır belli bir düzeyde dahi olsa.

Anlaşılmamanın doğurduğu bir sonuç olan kabul görmeme, varoluş açısından kendilerini güvensiz bir ortamda, kendilerine güven(e)meyen fertler ortaya çıkarmaktadır. Buradaki kendine güven, varlığını diğer insanların varlığı düzeyinde kabul edilebilir olarak görememeyi ifade etmektedir.

Anlaşılmamanın sonucu olarak, kendi varlığı ile ilgili olarak, gerçekçi bir kabul düzeyine ulaşamayan birey, anlama ihtiyacını da tam ve gerçekçi olarak tatmin edememektedir.

Tatmin edilmemiş, anlam ve anlaşılma-kabul görme ihtiyaçları ise sonuç olarak çeşitli ruhi problemleri doğurmaktadır.

Anlaşılmadığı yani kabul görmediği için psikolojik dünyasında birçok sorunlarla yüz yüze gelen kişilere yardımcı olmanın en kolay ve tek yolu, konuşmaktır oysa.

Evet, insanlar konuşa konuşa anlaşır demiş atalarımız. ‘Anlaşırlar’ yani birbirlerini karşılıklı anlarlar. İçinde sakladığı ve kimseyle paylaş(a)madığı düşüncelerini dinlemekle, kabul etmeseniz bile anlamakla, içi neşeyle dolan, ferahlayan, rahatlayan, sakinleşen kişileri görmüşüzdür. Hepimiz biliriz ki, bir kişiye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, onu yok saymaktır. Böyle olunca, bir kişiye yapılabilecek en büyük iyiliklerden birinin de onu var kabul etmek olduğu görünmektedir. Oysa cehennem bile yokluktan kurtuluş olduğu için bir çeşit rahmet olduğu söylenmektedir.

Bir başkasının bizi anlayıp kabul etmesi beklentisi içine girmenin insan psikolojisine yükleyeceği ağır yük apaçık ortadadır. Her kesin bizi kabul etmesini beklemenin, muhatabı kabul makamı bizim ise muhtaç makamında görmek olduğu için, kalbe vereceği dilencilik halinin ağırlığı altında ezilmemenin tek yolu, kabul makamı olarak tek makam ve merciyi seçmekte yatmaktadır. Kişinin kendini kabul edebilmeyi öğrenmesi, onayı kendinden alabilmesi gerekmektedir.  Kendi kalbindeki ‘güçten’ güç alabilmeli, kendi özünü referans alabilmelidir. Kendi değerler sistemiyle tutarlı şekilde yaşaması gerekmektedir.

Duygularımızı Kabul Edebilmek

Katılımcılarımızın Gözünden “Ruhsal Ebeveynlik” Atölyesi


Ruhsal Ebeveynlik Atölyesi

“İki günümüz de gayet iyiydi. Öğreneceğimiz çok şey var. Öğreniriz ve hayata geçiririz inşallah. Yeni bilgiler öğrenmeye devam. Aynalamalar yapabiliriz. Umarım çocuklarla beraber büyüyüp yaralarımızı iyileştiririz. Mutlu, huzurlu, şifalı çocuklar yetiştirebiliriz. Güzel değerli bilgileriniz için teşekkür ederim.” 10-11 Kasım 2018, Antalya

“İlk defa böyle bir atölyeye katıldık eşimle beraber. Muhteşemdi. Eksiklerimizi, yanlışlarımızı görmemizi sağladı. Görünene odaklı yaşayarak, yapılabilecek ne kadar yanlış varsa yapmamıza rağmen onarımın mümkün olduğunu duymak heyecanlandırdı. Ümit geldi bana. Ramazan Bey’e bazı şeyleri fark etmemi sağladığı için ‘Allah razı olsun.’ diye ediyorum. Eminim oğlumla yaralarımızı onarınca bizim güzel enerjimizi ve dualarımızı hissedecektir.” 10-11 Kasım 2018 Antalya, Kadın

“Bir ebeveyn olarak herkesin muhakkak katılması gereken bir eğitim olduğunu düşünüyorum çünkü burada anladım evlatlarımı. Çoğu şeylerini gözden kaçırdığımı…Bundan sonra daha dikkatli elimden geldiğince iyi bir ebeveyn olmaya özen göstericem.” 10-11 Kasım 2018, Antalya

“İlk kez böyle bir çalışmaya katıldım. Ön yargılarım vardı. Çalışma sonunda ön yargılarımın gittiğini gördüm. Bu atölyenin çocuklarımızı yetiştirme konusunda kendimizi geliştirmemize büyük ölçüde katkısı oldu.”

“Ben buraya açıkçası eşimin tavsiyesi üzerine geldim. Çoğu sorunlarımızın ebeveyn olarak kendi sorunlarımızla başa çıkamadığımızdan ortaya çıktığını gördüm. Çözüm, analiz ve konuşma, davranış tarzları açısından bizim üzerimizde çözüm ve ileriye dönük şifalı bir yol olduğunu görüyorum. Gelecek nesillerimizin sağlıklı mutlu bir birey olması için biz ebeveynlerin, kendimizi büyütmemiz gerektiğini anladım. TEŞEKKÜRLER.” 10-11 Kasım 2018 Antalya, Erkek

“Rastlantı diye bir şeyin olmadığını düşünen ve inanlardan biri olarak rastgele bu programdan haberim oldu. Umarım burada öğrendiklerimi hayata geçirebilirim. Emeğiniz ve ilginiz için teşekkür ederim.” 10-11 Kasım 2018 Antalya, Kadın

“Daha anne olmamış biri olarak katıldığım bu atölyede ebeveyn olmaya ve aslında kendim olmaya, gelişmeye, büyümeye dair pek çok noktayı keşfettiğimi ve özümsediğimi düşünüyorum. Ve atölyenin ilerideki ebeveynlik tarzıma çok büyük katkıları olacağını hissediyorum. Çocuğumla kriz yaşadığımda ne anlamam gerektiğini, görünenin ardına bakabilmeyi, kendimle ve eşimle olan durumların çocuklara nasıl yansıyabileceğini ve en önemlisi şimdiden kendim için, eşim için ve ileride dünyaya gelecek olan çocuklarım için neler yapmam gerektiğini keşfettim. Bunların yanında ailemin ebeveynlik tarzının benim davranış, duygu ve ilişkilerime olan etkisini, bunların ileride evliliğime ve çocuklarıma nasıl yansıyabileceğini ve bunların önüne geçebilmek için nereden başlayacağımı, neler yapabileceğimi çeşitli örnek ve uygulamalarla deneyimleme şansını buldum. Bu yüzden atölyenin sadece anne- babalara değil anne baba olma yolundaki adaylara da oldukça hitap ettiğini ve çok verimli geçtiğini söylemek isterim.” 10-11 Kasım 2018 Antalya, Kadın

“Burada bulunmaktan mutluyum. İşimden feragat etmekle, çocuklarımın iyi bir birey olmaları için hem kendim hem de eşimle aramdaki ilişki için iyi ve olumlu olduğunu düşünüyorum. Topluma yararlı ve sağlıklı çocuklar yetiştirebilmek için birçok kişin, bu ve bu gibi eğitimlerden faydalanmasını isterim. Saygılarımla.” 10-11 Kasım 2018 Antalya, Erkek.

“Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur. O yiğit atını kaybolmuş sanır. At ise onu yel gibi koşturmuştur. O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar sorar: ‘Atımı çalan nerede, kimdir?’ ‘Efendi, şu uyluğunun altındaki mahluk ne?’ ‘Evet bu attır; fakat bu at nerede?’ Ey at arayan yiğit binici, kendine gel! Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir.” (Hz. Mevlana, Mesnevi, cilt I, s. 90)

Hayat denilen bu yolculukta, bir kayıp, bir eksiklik duygusuyla bir arayış içindeyizdir çoğu zaman. İlginçtir ki, her buldum dediğimizde büyüsü kayboluveren buluşlar yaşarız genellikle. Buldum, diyerekten sarıldığımız şeylerin doyum vermediğini görürüz üzülerek. Hatta gün gelir, “her şey tamam, ama bir şey eksik! Ama ne?” der ve şaşakalırız. Bilinçli olarak, yalnız belirtilerini, yansımalarını fark ettiğimiz eksiklik duygumuzu gidermek için yeni bir arayış içine gireriz yeniden.

Halbuki atını kaybolmuş sanıp da atını koşturarak yine atını arayan biçarenin durumundan pek de farklı değildir halimiz. Kendimizi arar dururuz aslında durmadan. Çünkü Yunus’un ifadesiyle “Beni benden demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içeri” olan bir ben vardır bizde ve onu bildikçe, tanıdıkça anlamını bulacaktır fiillerimiz. Yine Yunus Emre bu gerçeğe “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır” diye işaret eder. Eğer kişinin eylemleri kendi içindeki ‘ben’i bulmaya yönelik değilse bu tamamlayıcı, doyurucu olmayacaktır. Oysa varlığımızın o en güzide yönü keşfedilmeyi ve geliştirilmeyi bekler. Özümüzden uzaklaştıkça doyumsuzluğumuz da artar.

Günlük hayatın koşuşturmacası insanı özünden ayrı düşürmektedir. Can kişiye çok yakın iken, içindeyken, gömülür kalır hayallerin, hayal kırıklıklarının, pişmanlıkların, tereddütlerin altına. Ardından onu kaybetmişlik duygusu belirir içte. Sonra da o bütünlük, birlik duygusunu bulmak için dışarılarda ararız onu. “Atımı çalan nerede, kimdir?’ diye sorar dururuz. ‘Efendi, şu uyluğunun altındaki mahluk ne?’ derler bize ama biz, ‘Evet bu attır; fakat bu at nerede?” diyen yiğit gibi canı ararız, özümüzü bulmaya çalışırız. Ama insan olarak neyi aradığını bile unutuveririz çoğu zaman. Ne aradığımızı bilmeyince de neyi bulmuş olduğumuzun bile farkında olmayız. Arar dururuz.

Oysa arayış yolculuğunun yönü, kendine/kendi benliğine doğru olduğunda tatmin oluşturuyor arayış. Kendi özünden uzaklaşma sonucunda ise depresyon, kaygı, endişe, kargaşa, doyumsuzluk sarmakta dört bir yanımız. Oysa tek yol, yegane yolculuk kalbe giden yol/culuk.

“Aileler çocuğuna rehberlik yapmalı!”

‘Evliliğin kitabı olmaz!’ dedi, Anadolu irfanı içinde yoğrulduğu belli adam. ‘Bilgelik/irfan’ ırmağının suyundan içtiği gün gibi ortadaydı. ‘Evliliğin kitabı olmaz; Çünkü …’

Aslında bir ayrılık hikayesidir bizimkisi. Bizimkisi; yani biz fanilerinki. Bir geride bırakış ve geride kalana kavuşma çabasının anlatıldığı/yaşandığı bir hikaye.

Cennetten dünyaya düşüşün öyküsüdür bu ve ruhlar aleminden ana rahmine düşüşle başlar. Vakti saati geldiğinde ise, ana rahminin güvenli sığınağını geride bırakırız. Ana kucağının, baba ocağının her isteğimize duyarlı olunan o efsunlu vakti gelir çatar. Ağladığımızda gelen, güldüğümüzde bakan, yüzünü yüzümüzden alamayanlarla etrafımızın çevrildiği bir çağın meyvesiyizdir artık. Mutsuz isek, mutlu olmamız başkasının sorumluğunda, hasta isek yükü, bizden çok başkasında… Yürüyeceksek elimizden tutacaklar, konuşacaksak dinleyip yüzümüze bakacak biri var.

Ve bütün bu bakışlar, öpüşler, kucakta sıcacık sarıp sarmalamalar, bizi hep o ‘rahim’e götürür, onu hatırlatır; ana rahmine ve Rahim olan Yaratıcının merhametine yani. Ne var ki, bir ayrılık hikayesidir bu ve ‘ayrılmaya’ devam ederiz. Her ayrılış, ‘kavuşmaya’ dair özlemimizi büyütür sadece. Ayrılış şarttır zira; Hz Mevlana’nın dediği gibi, ‘sütten ayrılmadan çocuk, kebabın tadını nerden bilecek!’
Güvenli limandan ayrılarak, birçok yeni sahille tanışırız. Yeni kişiler tanırız, yeni şeyler görürüz ve her yenilikle biz yenileniriz. Öğrendiğimiz her şey hayata dair, bizi biraz daha büyümüş kılar. Her büyüyüşte biraz daha ‘fert/kişi’ oluruz. Öğrendiğimiz, tattığımız, zevkine vardığımız her yeni şey bizi biraz daha ‘farklı’ kılar diğer ‘kişiler’den. Her farklılık oysa biraz daha ayrılık demek, her ayrılık ise, biraz daha ‘yalnızlık’.

Bu hikaye, ‘birlik/bütünlük’ halini geride bırakışın da öyküsü ayrıca. Her şeyin ‘bir/bütün olup bizim de o bütüne dahil olduğumuz, onun içinde olduğumuz, doğduğumuz, belirdiğimiz, zuhur ettiğimiz’ halin yerine gelen, ‘dağılıp bölünüp parçalanıp kayboluyormuşuz gibi olduğumuz bir ‘acıtıcı’ halin öyküsü.
Hasılı ayrılırız, ayrışırız, başkalaşırız, acırız ve illa hep ‘birlik’ ararız. Bir birlik sevdası, birliktelik arayışı, yazarın dediği gibi adeta ‘kuş olur her daim öter yüreğimizde’. Çocukluk oyunlarımızı süsler ‘evcilik’ olur bu arayış. Gün döner, büyür ve ‘evlilik’ olur bu sevdanın durağı.
İşte! Evlilik, kopup geldiğimiz diyarın kokusunu barındıran, ayrılığın acısını bir lahza olsun dindirme ümidini göğsünde taşıyan, bize ‘birliği’, ‘bütünlüğü’ vadeden cennetimiz olarak gülümser yüzümüze.
Ne var ki, cennetimiz olma vaadindeki evliliğimizi, ‘cehennem’e çevirmek hiç de zor olmaz biz fanilere. Her fert kendi kitabıyla gelir ‘ev’e, kendi hikayesiyle. Herkesin kendi ‘ev’i vardır, öbürüne ısrar ettiği. Kocanın kitabında ayrıdır evlilik, kadının kitabında apayrı. ‘Kadın, şöyle olur, bunu yapar, şunu yapmaz’, ‘Erkek şuna karışmaz, bunları yapar’ vs’nin olduğu kimi zaman kendi ana-babamızdan miras aldığımız, kimi zaman da etraftan devşirdiğimiz bir kitaptır bu. Geleceğe dair, geleneğe dair, nesle, nefse dair umutlarımızı, niyetlerimizi, hayallerimizi barındıran şeyler yazılıdır bu kitapta. Öte yandan bir de, kitabı-kuralı olmayanlar vardır. Sözüm ona, ‘özgür, romantik/dizi(tik)’ hülyalarla bezenmiş kendi bencil isteklerini evliliğin kuralı sayan kitaplar…

‘Birlik/bütünlük’ arayışımızın bir timsali, sembolü, somutlaşmış hali olan evliliği, cehennem vadisine çevirmenin pek çok yolu vardır. Hatta evli fertler sayısınca yolu olduğu söylenir. Bu vadide ‘birleşmek’ şöyle dursun, var olan bütünlüğümüz de parçalanıverir. Kalpler ayrı düşer, bedenler ayrı düşer, mekanlar ayrı düşer. Yapılan araştırmalar, boşanan çiftlerin ayrılma kararı almadan önce en az 6 aylarını, ayrı mekanda geçirdiklerini söylemektedir. Yani fiziki olarak ayrı yerlerde olmak ‘ayrılmamıza’ güçlü bir sebep olabilmektedir. Ya da ayrıldıkça, mekanlarımız da ayrışıyor. Bu kadar ayrılık varken, çocukların terbiyesi, eğitimi gibi ümmet-i Muhammed’i alakadar eden hususlar unutulup gitmekte, çocuğun en birinci okulu olan ‘yuva’sı, dağılmakta, çocuklarımız dağılmaktadır. Araştırmalar, ‘Bağımlılık’ tehdidine karşı çocukları koruyan en etkin aşının, ‘güçlü ailevî ilişkiler’ olduğunu söylemektedir. Araştırma sonucunu tersten okuduğumuzda ise, yavrularımızı yuvalarından dağıtan, uyuşturucu, teknoloji bağımlılığına ittiren en önemli şeyin, mekanların, kalplerin ayrıldığı, muhabbetsiz aile ortamları olduğudur.

Cennetimizi cehenneme çevirmede etkili diğer bir yol ise; ‘Acaba bu adam/kadın benim ideal eşim mi? Doğru kişi mi? Ruh ikizim bu mu?’ diye düşünedurmaktır. Bu düşünceler evliliğin muhabbet bağını yiyip bitiren küf gibidir. Evlilikte, bizi bekleyen ‘doğru kişi, ideal adam/kadın, ruh ikizi’ yoktur oysa. Sadece ‘doğru kişi olmaya çalışabiliriz’. Kainatın içinde bizi bekleyen bir ruh ikizimiz yoktur da, biz evlilik boyunca, tabiri caizse, ‘iki bedende bir ruh’ mesabesine ulaşmaya çalışabiliriz sadece. Ruh ikizimiz bizi beklemez, biz birlikte ruhumuzu birleştirebiliriz ancak.
Evliliği kemiren bir diğer düşünce ise, ‘Sen bana/bu evliliğe ne verdin/veriyorsun?’ diye düşünmektir. Çünki bu düşünce bizi, bir ilişkiyi patlatan dört dinamite ulaştırmaktadır. Bunlar; Suçlama, Savunma, Eleştirme ve duvar örmedir. Bunun yerine, ‘ben bu evliliğe ne kattım/katıyorum?’ diye düşünmek evlilik bağını güçlendiren bir efsuna dönebilmektedir.

Bir konuşmada bu ‘dörtlünün’ ne kadar kullanıldığı çiftin, ayrılık süresini tahmin etmeyi bile mümkün kılmaktadır. Yani karı-kocamızla muhabbet ederken, ne kadar çok suçluyoruz, ne kadar savunmacı oluyoruz, ne kadar eleştirel/kritik edici (laf sokucu) konuşuyoruz ve muhatabımızla aramıza ne kadar duvar örüyor, adeta duvar gibi oluyorsak cennetimiz cehennem olmuştur bile.
Ayrılığa düşe düşe geldik buralara; doğrudur! Biliriz ki her ayrılış bir yaradır ve şairin dediği gibi, ‘kemik gibi, ne yöne dönsek batar.’ Bunca ayrılık ve yalnızlık içinde, ne çok ihtiyacımız vardır karşılanmayan. Çocukluğumuz, gençliğimiz aslında karşılanmamış isteklerin, arzuların hikayesidir bir parça da. Bu sebepledir ki, ‘karı-koca kavgalarımız çoğu zaman, çocukluk ağlamalarımızın yetişkinliğe yansımasıdır’. Bu sebeple biraz da çocuklaşırız evlilikte. Karı/kocamızdan, tıpkı çocukluğumuzda yapıldığı gibi her isteğimize duyarlı, her ‘ağlamamıza’ tesellikâr, bizi dünyanın merkezinde hissettirecek biri olmasını bekleriz. Yalnızlık ve ayrılık ızdırabımızı dindirecek kişi olsun diye bekleriz. Ama o da bir fanidir oysa. O da ayrılıklarla sarılıp sarmalanmıştır. Bu gerçeği unutuveririz. Bize sanki hakkımız olan bir şeyi elimizden alıyormuş gibi gelir. İşte o zaman ‘bana ne veriyor ki!’ diyerek suçlamalara, eleştirilere başlarız. Muhatabımız da bunları savunmayla, duvar gibi olarak cevaplamaktadır.

Mutsuz bir evliliğin, evlilikler sayısınca özelliği vardır. Herkesin kendine göre bir mutsuzluk şekli vardır. Oysa araştırmalar ‘mutlu evliliklerin belirli sayıda ortak özellikleri’ bulunduğunu söylemektedir:
Cennetten bir rayiha taşıyan evliliklerde karı-kocalar, kendi anne-baba ve kardeşleriyle bağlarını koparmadan, onlardan ayrılmayı sağlayabilmişlerdir. ‘Yeni bir aile’ olduklarını bilmektir bu. ‘Bize kimse karışamaz!’ meydan okumasına kapılmadan, ‘Biz her şeyi kendimiz yaparız’ hoyratlığına düşmeden, onları incitmeden usulce, ‘Yeni Aile’yi belirginleştirmektir bu.

Cennete dönüş yolcuları, tıpkı diğer ailelerin arasında yeni aileyi korumaları gibi, birlik/bütünlük yolunda ‘biz’ olmayı öğrenirken, ‘ben’i de korumayı sağlamışlardır. Yani, birlikte oluyoruz diye ferdiyetten yoksunluk göstermemektir. Karı-koca birçok konuda birlikte davransalar da gerekli gördükleri yerlerde farklı düşünebilmekte, ayrı karar verebilmekte ve çok farklı çevreye sahip olabilmektedir. ‘Biz’ olurken ‘ben’i koruyabilmek ve ‘Ben’ ile ‘biz’ olabilmek ne de büyük bir ihtiyacımızdır.

Cennetin numunesi olan mutlu bir evlilikte, evliliğin en temel gerekçesi olan cinsellik konusunda, iki tarafta mutluluk yaşayabilmekte, beklentilerini karşılayabilmektedir. Ayrıca eşler birbirlerinin beklentilerini karşılamakta da isteklidirler. Cinselliğin ihmal edildiği bir evlilik, ayrı düştüğümüz ‘bütünle’ birleşme arzumuzu da engellemektedir. Hayvanlar ‘çiftleşir’ ama değil mi ki insanlar ‘birleşir’.

Bir evliliğin mutluluğuna mutluluk katan, göz aydınlığı evlatlarımız konusunda da, ebeveynler arasında fikir birliği vardır. Onlar için ortak hayallere sahip, onları büyütürken ortak kurallara tabidirler. Yoksa çocuklarımızın geleceğinin (ta cennete kadar) hesap edilmediği, göz ardı edildiği bir evlilik mutluluk sağlamaz. Mutluluk tek başına gelmez zira.
Hayat yolculuğunda ‘refik/a-arkadaş’ saydığımız eşimize, zorluklarda destek sunmayı başarabilmek mutlu bir evlilikteki diğer özelliktir.

Tartışmalar! Her evlilikte tartışma olur. Çocukluk ağlamasının bir yansıması gelir bulur bizi bir tartışmada. Bu sebeple çocukken ‘ağlamamak’ ne kadar mümkün ise, evlilikte de ‘tartışmamak’ o derece mümkündür. Ancak mutlu evlilik yaşayan fertler, tartışmalarında öfke patlamasına izin vermezler. Tartışmalarını hayırla neticelendirme gayreti içinde olurlar. Tartışmalar garez duyguları içinde yıkıcı değil de, tam tersine yapıcı olmaktadır. Bu ailelerde yapılan tartışmalar hakkında mutlaka bir sonuca ulaşılır ve konu ortada bırakılmaz.

Mutlu evlilik yaşayan çiftlerde görülen ehemmiyetli bir husus ise, birlikte ‘gülebilmeleridir’. Eğer birlikte gülmeyi sağlayabiliyor, bunu başarabiliyor isek bu ilişkiyi başka bir ufka taşıma özelliği sunar bizlere.

Hayat yükü ağır gelebilir veya muhatabımıza kızabilir ve bu yüzden bunalabiliriz. Mutlu çiftler, eşlerini nasıl rahatlatabileceğini bilirler. Eşinin ihtiyacına duyarsız, bigane kalmayıp onu rahatlatmayı başarabilmektedir.

Evliliklerinde mutlu olan kişilerin ortak diğer özellikleri, birbirine dair evliliğin başında var olan olumlu hayalleri canlı tutmaya özen göstermektir. İlk günlerde hayat arkadaşıyla ilgili kalbinde ve aklında var olan olumlu şeyleri bir yerlerde yaşatmaya devam etme çabasıdır bu. Ne zaman ki, ‘çantada keklik’ olarak bakmaya başladık; ‘Geçmiş olsun!’ demektir bu. Gözümüzdeki cennet hurisi, o latif prenses, sultan, ‘evin pasaklı karısı, burnu büyük, kendini beğenmiş’ olmaya başladığında, ya da o dağ gibi adam, karizmatik, yakışıklı delikanlı gidip onun yerine ‘sümsük, bir işe yaramaz adamın biri, buz dolabı gibi, duvar gibi’ geldiğinde cennetimizden hızla uzaklaşıyoruz demektir.

Cennete geri dönme yolculuğumuzun en latif destekçisi olabilme umudunu göğsünde taşıyan evliliklerimiz umut ister, emek ister büyümek için. Bir kitabı yoktur bunun. Değil mi ki, başkasından öğrenilemez, başkasına öğretilemez de bir şeydir ayrıca.

‘Evliliğin kitabı olmaz! Çünkü evliliğin kitabı birlikte yazılır ve hiçbir kitap aynı olmaz!’

Ruhsal Ebeveynlik Atölyesi

 

“Ebeveyn olmak kuşkusuz zordur. Ya çocuk olmak daha zorsa?” Sizleri, çocuklarınızın hayatlarının kolaylaştırıcısı olmaya davet ediyoruz.

10-11 Kasım 

 ANTALYA

Çocuk yetiştirme serüveni, her ebeveyn için ‘ruhsal bir pratiğe’ dönüşebilir. Böylelikle çocukları büyütme işi, ebeveynin ‘büyüme’ yolculuğunun bir parçası oluverir. Kendi ruhsal yolculuğuna devam eden bir ebeveyn de, çocuklarının büyüme yolculuklarında yetkin bir rehbere dönüşecektir.

Bu atölyede;

Ruhsallık ve ruhsal ebeveynlik kavramını,

Kendi ebeveynlerinizin, ebeveynlik tarzını,

Kendi ebeveynlik tarzınızı,

Çocukların gelişim evrelerini ve ihtiyaçlarını,

Kişiler arası sağlıklı sınır kavramı ve deneyimi,

Çocuklara sınır koyma yöntemleri,

Çocuk iletişiminde, aynalama-yansıtma yöntemi,

Çocuklarla ilişkide ortaya çıkan kriz durumlarından büyüme fırsatını görme ve benzeri konular yer almaktadır.

Bir katılımcımızın gözünden atölyemiz:

“Ruhsal ebeveynlik atölyesinde; Çocuğumun bir çok davranışlarında kendime bakmam gerektiğini ve bana bir şeyler anlattığını fark ettim.
Çocuğumla aynalama- yansıtma diyaloğu kurarak sağlıklı bir iletişim oluşturmaya çalıştım ve olumlu yönde etkisini gördüm.
Ramazan Beye de biz ebeveynlere farkındalık oluşturduğu için çok teşekkür ederim.” 29 Eylül, İstanbul.

Bilgi ve Kayıt: 0507 767 28 10

Dünya Ruh Sağlığı Günü